Küresel etkileşim çağında “güven”li fıtrat
ayarlarımıza dönmek
İnsan; ruh ve bedeni, duygu ve düşüncesi, bilgi ve becerisiyle medeniyetler oluşturan, yeryüzünün gözde varlığıdır. Tarih, atamız Hz. Âdem’den bugüne, insanın bireysel ve toplumsal vasıflarının tezahürleri üzerine kuruludur. Rabbimiz tarafından dünyanın efendisi olmaya layık görülen Âdemoğlu tarihin dinamik unsurudur, onun dinamik unsuru da imanıdır. Tabiatı gereği toplumsal bir varlık olan insanın imanı/güveni olmazsa şu hayatta mutlu ve umutlu olması ne mümkündür. Bir bebeğin güvenli anne kucağındaki huzur ve sükûneti, omuzunda babasının koruyucu elini hisseden bir çocuğun sonsuz güvenci, elleri duada huşû ile Rabbine münacatta bulunan bir müminin teslimiyeti hepimizi mutlu, umutlu kılar. Gözümüzden bile esirgediğimiz yavrularımızı ilk hayat basamaklarında öğretmenine ve okuluna gözümüz arkada kalmadan emanet edebilmemiz, bu inanç ve güvencin eseri değil de nedir? Allah’ın, ilgi ve ihtiyaçlarını bilerek en güzel kıvamda yarattığı insanın fıtrat ayarları işte bu yüzden “iman/güven” merkezlidir. Bu ayarların akış istikameti de “imanın/güvenin gereğini yaparak huzura ulaşma” yönlüdür: “O halde sen hanif olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratışında değişme olmaz.” (Rum Suresi, 30. ayet)
Ancak işaret edilmesi gereken önemli bir sorunla da yüzleşmek zorundayız: Küresel etkileşim... Çölleşme nasıl ürün verimliliğini yok ediyorsa, küreselleşme de aynı şekilde eşref-i mahlûkat insan verimliliğini yok ediyor. İnsanlık üzerine oynanan oyunlar, maksadı bozuk değişim ve dönüşümler artık şirazesinden çıkmış vaziyette... Günümüz dünyasında küresel döngünün hızıyla savrulan insanoğlu, varlık sebebini oluşturan temel değerlere her geçen gün yabancılaşıyor. Sömürgeci Batılı hegemonya, materyalizm eksenli küreselleşmenin mucidi olarak, menfaate dayalı pragmatizmle insanlık onurunu ayaklar altına almakta... Ve insanlık âlemine yaşattığı acılarla, kanlı savaşlarla hiçbir medeni kıstasa uymayacağını fütursuzca ortaya koymaktadır. Günbegün yeryüzünü saran kaos ve güvensizlik kuşağı, artık temel insan hak ve dokunulmazlıklarını açıkça tehdit eder hale gelmiştir. Âdem-Havva atamızdan gelen “Haklı olan kazanır” bakışımızı kendi menfaati için “Güçlü olan kazanır” şaşılığına dönüştürmek isteyen Batı, vahşi mantalitesini şöyle sloganlaştırmıştır: “Homo homini lupus/İnsan insanın kurdudur.”
Güvendiğimiz Allah’a gönülden inanan, Muhammedü’l-Emin’i örnek edinen, ruhuyla ve bedeniyle kendini barış dini İslam yoluna adayan Müslümanlar olarak bu tehlikeli gidişe ortak bilinç ve dirençle karşı durmalıyız. Irk, renk, millet ve memleket ayrımı yapmaksızın kardeşlik ve barış yurdunun mensubu müminler olarak yeryüzünün planlı ele geçirilişini engellemek zorundayız. Hep birlikte öncelikle birbirimize güvenmeliyiz, kalpler arasında merhamet köprüleri kurmalıyız. İnsanlık âlemi için vereceğimiz hayat memat mücadelesinde küresel haydutların oyunlarını temelden bozacak “diğerkâmlık” stratejisi, çağlar ötesinden Nebevi mesajla bize ulaştırılmıştır zaten: “Kişi, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe kâmil manada iman etmiş olmaz.”
Yırtıcılıkta adeta sırtlanları bile geçen cahiliye toplumunda; masumiyet ve merhameti, şefkat ve adaleti, dürüstlük ve güvenilirliğiyle yüce bir ahlâk üzere yaşayan Hz. Muhammed Efendimiz, vahyin kalbi emin belde Mekke’de ve medeniyetimizin beşiği selamet yurdu Medine’de huzur, barış ve güven diyarını kurmuştur. “Emanet ile hıyanetin, doğruluk ile yalancılığın aynı kalpte yer alamayacağını” bildirerek, güvenilir olmayı müminlerin başta gelen özellikleri arasında saymıştır: “Müslüman, elinden ve dilinden diğer insanların selamette olduğu kimsedir. Mümin ise malları ve canları hususunda insanların kendisini emin görüp güvende oldukları kimsedir.”
Özlemi gittikçe daha çok hissedilen güven toplumunu yeniden tesis için, sosyalleşmenin daha güvenli yaşandığı eğitim kurumlarımıza büyük görev düşmektedir. Büyük mütefekkir merhum Nurettin Topçu’nun vurguladığı gibi; “Millet ruhunu yapan maariftir... Maarif hangi yönde yürürse millet ruhu da onun arkasından gider.” Topluma dinamizm katan genç nesillerin kadim medeniyet mirasımızdan en yüksek oranda pay alarak bilinçli yetişmesini sağlamak, pek tabii ki eğitimin ana hedefidir. Can, mal, akıl, din ve neslin korunmasını güvence altına alan İslam’ın bireysel ve toplumsal değerlerinin kalıcı şekilde yürekten benimsetilmesi, elinden ve dilinden zarar gelmeyecek güvenilir nesillerin yetiştirilmesi, saadet asrında olduğu gibi doğru ve anlaşılır açıklamalara, yaşanan iyi örneklere bağlı olarak gerçekleşir ancak... Sevgiyle yürekten paylaşılacak iman/güven ilkelerimizin gençliğimiz tarafından sahiplenilmesi, olumlu rol model olabilmemize dayalıdır. Biliyoruz ki yetişmekte olan genç nesiller, duyduklarından öte, özellikle gördüklerinden daha fazla etkilenmektedir. Şefkat, merhamet ve samimiyetle bezenen din ve ahlak eğitimi bir yandan çocuklarımızın güven toplumuna itimatlarını artıracak, diğer yandan da kök değerlerimizin özümsenmesini sağlayarak ameli güzelliklerle dolu bir hayatın kapısını sonuna kadar önümüze açacaktır. Sözün özü; küresel etkileşimin yol açtığı kaos çemberini parçalayarak cennetin kapısını bu dünyadan açmak, insanlığın güvenli fıtrat ayarlarına dönmesini sağlayacak medeniyet değerlerimizin ihyasıyla mümkün olacaktır.