Eşrefiye Medresesi’nden ayrılıp yıllardır görüşmek için beklediğim Meryem Cemile’nin evine doğru rakşalarla hareket ettik. Asıl adı Margaret Marcus olan bu Âlime hanım ancak Müslüman olduktan sonra Meryem Cemile adını almıştı.
Yürümek, yürümek… Bütün dünyayı baştan sona yürüyerek ve hiç arkama bakmadan yürümek istiyordum. Kızgın çölde ayaklarıma yürüyen kum taneleri karıncalar misali taşırken beni omuzlarında, yüreğim dalga dalga haykırarak okyanusları aşmak istiyordu.. Ayağıma kızgın prangalar vuran çölleri aşmalıydım ve okyanuslar engin dalgalarını derdest etmeliydi bir çarşaf gibi ufkumdaki maveraya…
Elimde valizim odamdan çıktım ve kararlı adımlarla yurdun çıkış kapasına doğru yöneldim. Necip Fazıl Kısakürek'in Kaldırımlar adlı şiirindeki şu mısralar adımlarım olmuştu o lahzada:
'Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.'
Yurdun kapısına vardığımda bir de ne göreyim? Gözlerimi oğuşturdum tekrar dikkatlice baktım. Hayır, hayal değildi, arkadaşlar etten duvar örmüş beni bekliyorlardı. Biri 'Çıkışına izin yok !' derken diğeri sesleniyordu; 'Yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin, bu imtihanları vermeden gitmek yok !' diyordu. O sırada Bosnalı arkadaşım Faruk bana doğru yaklaşıp, bir hışımla valizimi elimden kapıyor ve 'Heey bi dakka arkadaşım, akşama Kavvali müziği dinlemeye gideceğiz. Hiç bi yere göndermiyoruz seni, bak bu bileti de senin için aldım. Bütün hüzünler akşam neşesi ile yok olacak inşaAllah' diyerek gitmeme engel olmaya çalışıyordu. O arada 'bi dakka ben kararımı verdim, gidiyorum arkadaşlar' demeye çalışırken, arkadaşlardan bazıları valizimi apar topar odama götürmeye başlamıştı bile.. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, diğerleri de bir ikna senfonisi tutturmuş, yurdun çıkış kapısındaki Zekeriya ağabeyin cafesine giderken buluvermiştim kendimi. Cafede bir yandan kahvelerimizi yudumlarken, her zamanki uzun sohbetlerimize dalıp gidivermiştik yine..
KAVVALİ MÜZİĞİ İLE BAŞKA ALEMLERE
O akşam birkaç arkadaş ile Pakistanlı ünlü Kavvali müziği sanatçısı Faiz Ali Faiz'i dinlemek için yola koyulduk. Kavvali müziğinin ünlü ustalarından Nusret Fatih Ali Han'ı da geçen yıl kaybetmiştik. Faiz, Nusret Ali Han'ın halefi olarak görülüyordu. Pakistan'a ilk geldiğim yıllarda bana garip gelen bu müzik türü daha sonra sanki yüreğime işlercesine etkiliyordu. Bu müzik türü yaklaşık 700 yıllık bir geleneğe dayanıyordu. Kavvali bir tasavvuf müziğidir. 12. yüzyılda Hindistan'a İslam'ı yaymak için giden Muhyiddin-i Çişti'nin keşfettiği bir teknikle geliştirilmişti. Kavvali müziği kendisinin kurduğu Çiştiye Tarikatının, müzikle içli dışlı olan Hindistanlıları, İslam'a çekmek için bulduğu bir tebliğ yöntemiydi. Kavvali kelimesinin kökeni Arapça ve Farsça'ya dayanır. 'Kavl' kelimesi 'konuşmak', 'söylemek' anlamına gelir. Kavval ise 'söyleyen', 'anlatan' demektir. Çoban çalgısı olarak bilinen kaval de aynı kökten gelmektedir. Bir düdük türü olan kaval yürekleri etkileşiyle bilinir.
Hind alt kıtası neşideler ve rakslar diyarıdır. Tanrılar, burada müzikle gönüllere girmeye çalışır. Hind'in üç büyük tanrısı Brahma, Şiva ve Vişu'dan Şiva dansın efendisidir. Hind kültüründe dans ve müzik, filmlerinden de bildiğimiz üzere oldukça önemlidir. Şiva dans sanatının ustası olarak görülür. Onun için Hind filmlerinde dans ve müzik geniş yer kaplar. Hinduizm'in bu özelliği alt kıtadaki diğer dinleri de etkilemiştir. Onun için Budizm, Jainizm, Sihizm ve bölgedeki Müslümanların üzerinde müziğin büyük etkisi görülür. Müslümanlar ney, kaval nefesli müzik aletlerine daha önem verirken Hindular daha çok çalgılı müzik aletlerini önceler.
Faiz Ali Faiz ve grubu o akşam çok güzel bir müzik icra etti. Ses ve müzik bizi de ritmine dahil etti. Gitmek ve kalmak arasında ruhum med-cezirlere koşarken Kavvali nefesini üflemişti bütün hücrelerime bir kez daha.. Zaman zaman yükselen ve alçalan ritmiyle o ses rengi işledikçe ruhuma kendimi yer ile gök arasında ıssız bir yolculuğa yükselirken buluvermiştim sanki. Nusret Ali Han Kavvali müziği için boşuna şunları söylemiyordu: 'Allah için şarkı söylerken kendimi O'nunla bütünleşmiş hissediyorum ve Allah'ın evi Kabe önümde uzanıyor.' 1997 yılında hayatını kaybeden Nusret Ali Han, Eddie Veder'den Michael Brook'a, Peter Gabriel'den Jeff Buckley'e kadar bir sürü batılı müzisyenle çalışarak da Kavvali müziğini bir dünya müziği haline dönüştürmüştü. Faiz Ali Faiz ve Rahat Fatih Ali Han Nusret Ali Han'ın yolunda yürümeye devam ediyorlar.
Ruhuma deruni bir şifa olarak tesir eden o güzel Kavvali gecesinden birkaç gün sonra imtihanlar başlıyordu. Prensip olarak imtihanlara son gece yoğun çalışma gibi yöntemim olmadığından yine derste öğrendiklerimle sınavlara girmiştim. Kısa süre sonra sonuçlar açıklandığında bütün derslerimden geçmiştim. Böylece okulu 4,5 yılda bitirmek de nasip olmuştu ya; hamdolsun. Birkaç ay sonra alacağım diploma için beklerken Pakistan'ı son kez tekrar gezmek istiyordum. Hedefim hem Lahor ve Peşaver şehirlerindeki arkadaşlarla görüşmek hem de orada ününü duyduğum belirli kurumları ziyaret etmekti.
Sınav sonrası Pakistanlı yakın dostlarımın önerisi üzerine önce Cemaati İslami'den ayrılıp Tanzimi İslami Cemaatini kuran Dr. Israr Ahmed beyi ziyaret ettik. 2010 yılında hayatını kaybeden Israr Ahmed bey cemaatinin İslamabad'daki merkezinde uzun uzun sohbet ettik. Düşünceleri Filistinli düşünür Şeyh Takiyyüddin en-Nebhani'ye yakındı. Nebhani, 1952 yılında Ürdün'de Hizbu't Tahrir adlı siyasi bir parti kurdu. Şiddete karşı olan Parti'nin ana hedefi İslam halifeliğini yeniden tesis etmek. Benzeri düşünceler sahip olan Israr Ahmed, Mevdudi ve Muhammed İkbal'den etkilenmesine rağmen onların da düşüncelerini eleştiriyordu. Israr'ın tefsir dersleri birçok genci etkiliyordu. Pakistanlı sınıf arkadaşım Esad da ondan etkilenmişti. Israr Ahmed beyle tanışmamı da ısrarla istemişti. Görüşmemiz biraz münazaralı geçmiş olsa da çok verimli geçmişti.
Oradan ayrıldıktan sonra Daru'l Ulum Diyobend mezunu Pakistanlı alim Şeyh Muhammed Taki Osmani ile olan randevumuza yetişmek için yola çıktım. Yine bu cemaate bağlı okul arkadaşlarım beni üstad ile buluşturdular. Üstad Taki Osmani ile Diyonbendilik ve Hadis ilmi üzerine konuştuk uzun uzun. Kendisinden özel ders aldığım Mısırlı alim Yusuf el-Karadavi ile olan dostluklarından konuştuk. Fikri olarak Karadavi'nin bazı görüşlerine katılmadığı anlattı. Akşam vakti yaklaştığında ayrılmam gerektiğini söyledim. Bana kendisinin şerh ettiği Müslim şerhini hediye etti. Hala bile ciddi olarak istifade ettiğim bu Müslim şerhi keşke Türkçe'ye kazandırılmış olsa.
BİRELVİLER, DİYONBENDİLER VE EHL-İ HADİS
Bir gün sonra bazı arkadaşlarla Pakistan'ın Lahor şehrine gittik. Burada iki gün kalmayı planlıyorduk. Akşamına ise Meryem Cemile ile randevulaşmıştık. Onun öncesinde de Lahor'un pazarlarını gezmek istiyordum. Bir yandan Lahor'un o cıvıl cıvıl ve rengarenk pazarlarında dolaşırken , bir yandan da insanlarla sohbet ediyorduk. Günlerden Cuma idi. Cuma namazını kılmak için Anarkali Pazarına yakın bir camiye gittik. İnsanlar abdest sırasında oldukça uzun bir kuyruk oluşturmuşlardı. Abdesthaneye yakın camii içinde bir tümsek duvar buldum orada oturup sıramı beklemek istedim. Fakat o tümseğe oturur oturmaz abdest alan insanların aniden ayağa kalkıp hiddetli bir şekilde bana doğru yürüdüklerini görünce, korkup ne yapacağımı şaşırdım. Ne yapmış olabilirdim ki? Bu insanların böylesine kızgınlığını kazanmak için bir sebep olmalıydı.. Endişeli bakışlarla üzerime gelenleri süzüyor neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. İçlerinden birinin avazı çıktığı kadar yüksek bir sesle 'Şeyhimizin mezarının üzerine nasıl oturursun' diye bağırmasıyla irkildim ve oturduğum tümseğe baktım. Hakikaten bunun bir mezar olduğunu gördüm. Bu mezar taşının cami içinde ne yeri varki demeye kalmadan kızgın topluluk etrafımı sarmıştı bile. Ellerimi kaldırdım 'Kardeşlerim ben Müslümanım. Türkiye'den geldim. Bunun mezar olduğunu bilmiyordum' dedim. Hiddetli insanların hiddeti birazcık dinmiş olsa da bazılarının kızgınlıkları burunlarından aldıkları nefesten hala belli oluyordu. Hellallik aldıktan sonra neyse ki herkes tekrar yerine geçmişti.
Cuma namazını kıldıktan sonra camiden çıktık. Daha sonra buradaki camiinin Birelvi cemaatine ait olduğunu öğrendik. Bu cemaat Ahmed Rıza Han Birelvi (1856-1921) tarafından kurulmuştur. Kadıri Tarikatı'na bağlı olan Rıza Han, Diyobendiler, Nedvetu'l Ulema ve Ehl-i Hadis gruplarına şiddetle karşı çıkan bir yapıya sahiptir. Bu fırka enbiya, evliya ve Hz. Peygamber (sav)'i kutsamakla ün kazanmıştır. Birelvilere göre, Hz. Peygamber, Allah'ın nurundan bir nurdur ve gölgesi yoktur. Onun beşeriyeti diğer insanlardan farklıdır. O, geçmiş ve gelecek ile ilgili gaybı bilir, her yerde hazır ve nazırdır. Birelviler, günümüzde Hind alt kıtasından Müslümanlar arasında çok geniş bir kitleyi temsil ediyorlar. Hareketin mensuplarının çoğu ilmi ve sosyal statü bakımından orta ve alt kesimlerden oluşuyor.
Daha sonra arkadaşlarla Diyobendilerin Lahor'daki önemli medreselerinden Eşrefiye Medresesi'ne gittik. Medresenin çok güzel bir avlusu vardı. Avlunun ortasındaki su fiskiyeleri önünde öğrencilerin Kur'an-ı Kerim'i hıfzetmeye çalıştığını gördük. Burada hıfzetme geleneği genelde böyledir. Öğrenciler, hıfızlarını yapmak için medreselerinde bulunun havuzun kenarına gider ve orada hıfzını yapmaya çalışırlar. Öğrencilerden bazıları bizi görünce alıp hocalarına götürdüler. Buradaki hocalarla Diyobendi medreselerinin eğitim sistemi üzerine konuştuk. Diyobendi cemaati, Hindistan, Pakistan, Keşmir, Afganistan, Bangladeş ve Sri Lanka gibi birçok ülkede geniş kitlelere hitap ediyor. Bu cemaat 1857 yılında Hindistanlı alim Şeyh Muhammed Kasım Nanutui ve arkadaşları tarafından Hindistan'ın Diyobend kasabasında kuruldu. Cemaatin mensupları bu kasabaya nisbetle Diyobendiler adını aldılar. Kurdukları medreselere ise Daru'l Ulûm adını verdiler. Eşref Ali Tahanevi, Mevlana Yusuf Bennuri ve Muhammed Taki Osmanî gibi birçok alim bu medreselerden mezun oldu. Bu medreselerdeki bazı hocaların Kur'an-ı Kerim'in yanı sıra hadis kitaplarının tümünü ravileri ile birlikte ezberlemeleri beni çok şaşırtmıştı.
Diyobendiler de Pakistan Ehl-i Hadis cemaati gibi hadise çok önem verirler. Pakistan Ehl-i Hadis Cemaati de Şeyh Muhammed Davud Gaznevi (1895-1965) tarafından kurulmuştu. Aslında bu cemaatin ilk temelleri Hindistanlı alim Muhammed Sıddık Bahadır Han (1832-1890) ve Şeyhulislam Ebu'l Vefa Senaullah Amritsari (1868-1948) tarafından atılmıştı. Bid'at ve hurafelere karşı mücadele eden bu cemaat, Kur'an-ı Kerim, Sünnet ve selefi alimlerin kitaplarına bağlılığı çok önemser. Şeyh Safiyurrahman el-Mübarekfuri, Muhammed Fadluddin Gundelevi, İhsan İlahi Zahir vb. birçok isim yetiştirmişlerdir.
MERYEM CEMİLE İLE YÜZ YÜZE
Akşama doğru Eşrefiye Medresesi'nden ayrılıp yıllardır görüşmek için beklediğim Meryem Cemile'nin evine doğru rakşalarla hareket ettik. Asıl adı Margaret Marcus olan bu Âlime hanım ancak Müslüman olduktan sonra Meryem Cemile adını almıştı. 17 yaşında Pakistanlı ünlü Müslüman düşünür Mevdudi ile yaptığı Mektuplaşmalar sonucu Müslüman olan Meryem Cemile, iki yıl sonra da yani 19 yaşında iken de Pakistan'a yerleşti. 1934 yılında New York'ta Yahudi bir anne ve babanın kızı olarak doğan Cemile 2012 yılında vefat etti. Lise yıllarında Meryem Cemile'nin Türkçe'ye tercüme edilmiş olan 'Oryantalizm', 'Kendini Mahkum Eden Batı', 'İslam ve Çağdaş Öncüleri', 'Garp Materyalizmi Karşısında İslam' ve Mevdudi ile 'Mektuplaşmalar'ını okumuştum. Siyonistlerin Filistinli Müslümanlara yaptığı zulümler üzerine daha 17 yaşında İslam'ı araştırıp 18 yaşında Müslüman olup ve 19 yaşında da Pakistan'a Hicret eden bu dahi kadınla mutlaka tanışmak istiyordum. Evinin kapısına vardığımızda bizi Meryem Cemile'nin eşi Muhammed Yusuf Han karşılıyordu.
Meryem Cemile ile görüştüğümüz dönemde 64 yaşında idi. Muhammed Yusuf Han bizi evin salonuna geçirdi. Bir müddet oturduktan sonra Yusuf bey bizi çağırdı ve oturmamız için başka bir yer gösterdi. Sonra da 'Buyrun Meryem Cemile ile konuşabilirsiniz' dedi. Meğer Meryem Cemile, oturduğumuz yerdeki perdenin hemen arkasındaymış. Perde arkasında İngilizce konuşmaya başladık. Kısa bir tanışma faslından sonra onunla Mevdudi, İslam dünyası ve fikirleri üzerine derin bir sohbete dalmıştık. Aradan yarım saat geçmemişti ki, Meryem Cemile perdeyi açtı ve'Sizinle yüz yüze görüşmek istiyorum' dedi. Eşi de çok şaşırmıştı bu duruma. Çünkü Meryem Cemile, bugüne değin dünyadan ziyaretine gelen herkesle perde arkasından konuşuyordu. İlk kez bir misafirinin karşısında perde olmadan konuşmayı tercih etmişti. Cemile ile 3 saat konuştuk. Benim ona ve kitaplarına bu kadar yakından hakim olmama çok şaşırmıştı. Kendisiyle uzun uzun konuşup Türkiye'deki İslam düşüncesi üzerine uzun hasbihaller ettik. Gece yaklaşırken artık ayrılmamız gerekiyordu. Meryem Cemile bir öneride bulunmuştu bana: 'Turan, seninle İslam dünyası ve Müslüman düşünürler üzerine mektuplaşalım' dedi. Ben de 'İsterseniz mail üzerinden memnuniyetle olur' demiştim. 'Hayır ben mail üzerinden yazışmayı sevmiyorum. Mektuplaşmak daha iyi' demişti. Bu sözü sonrasında Meryem Cemile ile vedalaşıp evinden ayrıldık.
Ben Türkiye'ye döndükten sonra Meryem Cemile ile bir müddet mektuplaştık. İslam dünyasında ortaya çıkan Modernistlerin fikirlerine ciddi eleştirilerde bulunuyordu. Kadiyaniliğin ve Bahailiğin düşünce yapısının Müslüman düşünürleri ileriki yıllarda etkisi altına alacağından bahsediyordu. Kadıyanilik, Hindistanlı Mirza Gulam Ahmed Kadıyani (1839-1908) tarafından kurulmuş bir fırkaydı. Gulam Ahmed, önce kendisini Mehdi daha sonra Mesih olarak ilan etmişti. Ardından Gulam Ahmed Hz. Muhammed (sav)'in 'Hatemü'n Nebiyyin' olduğunu ve kendisinin de 'Hatemü'r Resul' olduğunu ilan etti. Hindistan'ı işgal eden İngilizlere karşı isyan edilmemesi için de cihadın artık farz olmadığını ifade eden Gulam Ahmed, Hind alt kıtasındaki birçok alimin tepkisini çekti ve aleyhine kitaplar yazıldı. Gulam Ahmed'in vefatından sonra da cemaat, Kadıyaniler ve Ahmediler adıyla ikiye ayrıldı. Ahmediler, kendilerini bir tarikat olarak adlandırıyor ve Gulam Ahmed'i peygamber olarak görmediklerini ifade ediyorlar. Pakistan siyasetinde de çok etkin olan Kadıyanilerin yöntemleri Masonlara çok benziyor. Bahailik ise İranlı Mirza Ali Muhammed Rıza Şirazi (1819-1850) tarafından kurulmuştu. Şirazi de ilk başlarda Mehdi olarak ilan etti ve daha sonra ilahi hakikate ulaştıran kapı (Bab) olduğunu ve bundan dolayı da Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav)'den daha üstün olduğunu ileri sürdü. Bugün Kadıyanilik de, Bahailik de İngiltere'nin verildiği söyleyen büyük maddi destekle dünyanın birçok yerinden faaliyetlerini yürütmektedirler.
TEBLİĞ CEMAATİ VE PEŞAVER'E YOLCULUK
Lahor'daki ikinci günümüzde şehrin yakınındaki Raivind şehrine doğru yola çıkmıştık. Çünkü burası Hind alt kıtasının hemen hemen en büyük dini cemaatlerinden Tebliğ Cemaati'nin merkeziydi. Bu cemaatin liderlerinden Muhammed Yusuf Kandehlevi'nin 'Hayatü's Sahabe' adlı 4 kitabını yine lise çağlarında okumuştum. Cemaatin kurucusu Muhammed İlyas Kandehlevi (1885-1944)'dir. Raivind'e vardığımızda bu cemaat mensup Türkiye'nin Karadeniz bölgesinden bazı yaşlı ağabeyler bizi karşılıyordu. Bir yerde yemek yedikten sonra bir çadıra geçmiştik. Hemen hemen dünyanın her yerinden Müslümanların bulunduğu bu merkezde, insanlar birbirlerinin dillerini bilmemesine rağmen çok samimi bir şekilde iletişim kurabiliyorlardı. Burada dünyanın 150'den fazla ülkesinde faaliyet gösteren Tebliğ Cemaati'nin milyonlarca temsilcisi bulunuyor. Gittikleri ülkelerin dillerini bilmeseler dahi camilerde yatıyor, ertesi gün kalkıp insanları İslam'a ve namaza davet ediyorlar. Birçok lideri bulunan cemaate, Hindistan'daki Diyobendi cemaati ilmî anlamda destek vermektedir. Karadenizli amcaların Raivind'de gördükleri neşelerine değecek kimse yoktu. Bize bıkmadan usanmadan saatlerce namazın ve orucun ehemmiyetini anlattılar. Daha sonra bizi her hangi bir ülkeye tebliğ için çıkmamız için davette bulundular.
Raivind'da 5 saat kaldıktan sonra tekrar Lahor'a dönüp ve oradan Peşaver'e geçtik. Peşaver şehri Pakistan'ın önemli şehirlerinden biri. Lahor'un 385 km kuzeybatısında bulunmaktadır. Ünlü Hayber Geçidi'nin 15 km güneyinde yer alan şehrin stratejik yeri çok önemlidir. Tarihi bir şehir olan Peşaver, kadim dönemlerden bugüne birçok kez işgale uğramıştır. 18. yüzyılda İngilizler, Hindistan'ı işgal ettikten sonra Peşaver'i işgal etmek için birçok kez saldırıda bulunmuşlardır. Ama her seferinde bu işgal başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Osmanlı, Peşaver bölgesindeki Peştun kabilelere çok önem vermişti. İngilizlere karşı buradaki kabileleri hep desteklemiştir. Osmanlı döneminde oraya en son gönderilen komutanlardan biri Rauf Orbay beydir. Rauf Orbay bey kendisine orada tanıştığı Afganlı Abdurrahman Peşaveri bey ile dost olmuş ve Türkiye'ye getirmiştir. Abdurrahman Peşaveri bey de hem Anadolu Ajansı'nın kurucuları hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Afganistan büyükelçisi olmuştur. Peşaver Üniversitesi'nin kampüsü de beni çok etkilemişti. Ayrıca daha o dönemlerde üniversitenin bünyesinde gördüğüm ve Asya üzerine çalışan Araştırma Merkezi'nin çalışmaları beni çok etkilemişti. Asya üzerine düşünebileceğiniz her şey üzerine yapılan araştırmalar ve yüzlerce kitap, bu araştırma merkezinde ortaya çıkmıştı. Benzeri araştırma merkezlerini hem İslamabad'da hem de Karaçi'de görmüştüm. Karaçi'deki araştırma merkezi ise Afrika üzerine çok önemli çalışmalara imza atmıştı. Ülkemizde ise maalesef bu çapta araştırmalar yapan araştırma merkezlerinin o dönemde henüz esamesi bile okunmuyordu. Afgan Cihadı döneminde Arap-Afganların merkezi haline gelen Peşaver şehri, bana bir kovboy şehrini andırıyordu. Bu şehirde insanlar, toz ve toprak içinde ellerinde silahlarla rahatlıkla gezebiliyordu.
TÜRKİYE'YE DÖNÜŞ
Peşaver'den İslamabad'a döndükten sonra Türkiye'ye dönüş için hazırlıklara başladık. Tam 5 yılımın geçtiği sokakları, üniversitemi, kaldığım yurdu ve İslamabad sokaklarını bu kez adım adım yürüyerek gezmek istiyordum. Nazım Hikmet'in ifadesiyle, 'Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!...'
Yürüyorum adım adım 5 yılımın geçtiği tüm sokakları, caddeleri ve patika yolları. Üniversitenin önüne gidip uzun uzun bakıyorum okuluma. Derslikleri dolaşıyorum. İktisad fakültesinden Hukuk fakültesine kadar tüm bölümleri dolaşıyorum. Bir tek adımla başladığım bu ilim yolculuğunu ve yaşadığım her anı hafızamın odacıklarına adım adım nakşediyorum.
Hukuk fakültesi, Batı hukuku ve İslam hukuku üzerine verilen derslerden dolayı çok ağır bir bölüm olsa da çok zeki insanları mezun etmişti. Bu fakültelerden mezun olanlar, hem İslam dünyasında hem de batı dünyasında çok rahatlıkla iş bulabiliyordu. Sadece iş bulmakla yetinmiyor bilakis engin bakışları ile diğer ülkelerde dikkati calip oluyorlardı. Koridorlarda adım atarken, hocalarımın sesleri çınlanıyordu kulağımda. Bana dinler tarihi ve felsefeyi sevdiren Sri Lankalı Prof. Dr. Deen Muhammed'den Müslüman azınlıklar ve Endülüs üzerine yaptığı araştırmalar ile dünyaca tanınmış Faslı Prof. Dr. M. Ali Kettani'ye kadar hocalarımı anımsıyorum. Din Psikoloji dersimize giren Mısırlı Muhammed hocadan sosyoloji hocası Sudanlı Zeynelabidin'e, hadis hocamız Pakistanlı ünlü alim Kekekhal'den Iraklı tefsir hocamız Prof. Dr. İyade el-Kubeysi'ye kadar kimler yoktu ki!..
Üniversiteden çıkıp okulun yurduna doğru giderken fena bir burukluk sarıyordu benliğimi.. Ben mi gurbetteydim, yoksa gurbete miydi bu veda ? İçimin dehlizlerine kıvrılan bu burukluk, sararıp solan bir sonbahar misali çöreklenmişti boğazıma.. Gün geçtikçe demlenecekti ve gölge gölge büyüyecekti tüm bedenimi saran bu burukluk.. Bi haykırsam çığlığımı duyar mıydı sonbahar, gözyaşlarıma eşlik eder miydi mısralar? Nakış nakış süzülüp kanatlanan sarı yapraklar… Ahh, o bitmesini hiç istemediğim hatıralar ve sonbahar…
Akşam üzeri arkadaşlarla yurtta son kez biraraya geldik. Söylemesi acı da olsa artık son gecemiz. İsa (as)'ın havarilerle yediği son yemekli geceyi andırıyor o gece bana. Yemeklerimizi yedikten sonra çay eşliğinde anılarımızdan ve ülkemizden bahsediyor, şiirler okuyor, şarkılar söylüyoruz. Neşeli gibi dursak da aslında 5 yılımızı geçirdiğimiz bu ülkeyi bırakmak artık hepimize zor geliyordu. Rize'den Edirne'ye, İstanbul'dan Siirt'e, Adıyaman'dan Kars'a, Ankara'dan İzmir'e, Denizli'den Bursa'ya hemen hemen şehirden arkaşlarımız vardı bu okulda okuyan. Hepsi ayrı birer deryaydı. Buraya gelmek için neler çekmemişti ki hepsi. Hepimizin gençliği bu diyarda geçti. Pakistan artık bizden bir parça gibi olmuştu. Dertlerimizi, acılarımızı ve sevinçlerimizi paylaşmıştık bu gurbet ellerde. Bazen parasız kaldık ekmeğimizi bölüştük. Burssuz kaldığımız dönemlerde saç ve sakallarımızın karıştığı dönem oldu. Fakat herşeye rağmen beraber olmasını bildi buradaki dostlar. Bugün bu aziz dostlar İstanbul'da kurdukları PAM-Der adlı dernek ile eski güzellikleri yadetmeye devam ediyorlar.
Ertesi gün erkenden kalkıp, valizlerimizi hazırlamaya başladık. 8 arkadaş beraber dönüyorduk artık anavatanımıza. Bir yandan vatan toprakları burnumuzda tüterken, diğer yandan memleketimiz gibi sevdiğimiz bu topraklardan ayrılış derin bir sızı bırakıyordu yüreğimizde.
Heyecan ve hüzün dolu yüreklerle okulun bahçesinden çıkıyorduk adım adım. Geriye dönüp Çaça olarak adlandırdığımız güvenlik görevlilerine ve bizi uğurlamaya gelen yabancı öğrencilere el sallıyorduk.
Bu adımlar yepyeni başlangıçlara gebeydi, bu sararan yapraklar yeniden yeşerecek yapraklara müjdeydi biteveye.. Gözpınarlarından bir sicim süzülüyordu toprağa ve yeniden doğmak için bir yağmur kokusu yükseliyordu şafağa.. Ve bir göz ağlarken, bir göz delice göz kırpıyordu umuda…
Elveda güzel şehir İslamabad… Cive cive Pakistan…