Bir evvelki yazımızda reformistlerin İslâm’ı / Kur’ân’ı anlamak iddiası arkasında dini tahrif teşebbüslerini ve “İslâm / Kur’ân bugüne kadar anlaşılamamıştır. Onu bugün biz doğru anlıyor ve anlatıyoruz” manasına gelen tavır ve söylemlerini değerlendirmiştik.

Bir evvelki yazımızda reformistlerin İslam'ı / Kur'an'ı anlamak iddiası arkasında dini tahrif teşebbüslerini ve 'İslam / Kur'an bugüne kadar anlaşılamamıştır. Onu bugün biz doğru anlıyor ve anlatıyoruz' manasına gelen tavır ve söylemlerini değerlendirmiştik.

'İslam'ı / Kur'an'ı doğru anlamak' tabirini reformistlerle ortak kullanıyor olsak da, bizim meseleye yaklaşımımız onlarla taban tabana zıttır.

İslam'ı / Kur'an'ı doğru anlamak, Asr-ı Saadet de dahil, bütün birikimi saf dışı bırakıp felsefî bir yaklaşımla yorumlar geliştirmekle değil; on dört asırlık bu müesses nizamın köklerine bağlı kalmakla mümkündür. Bu da zahirî ve batınî ilim yoluyla olur.

I- İSLÂM'I VE KUR'ÂN'I DOĞRU ANLAMAKTA KAYNAKLARI DİKKATE ALMANIN HAYATÎ ÖNEMİ

Bilindiği üzere yüce İslam'ın Kur'an ve Sünnet olmak üzere iki temel kaynağı vardır. Bunlara nass adı verilir. Bu iki temel kaynağa istinat eden İcma ve Kıyas'la birlikte deliller dört olur ve buna da edille-yi şeriyye denir.

Herkesin bildiği bu gerçeği burada bir kere daha ifade etme ihtiyacı hissetmemizin sebebi şudur:

Reformist, bid'atçı ve tahrifatçılar, bu dört delilden sadece Kur'an'ı esas aldıklarını iddia ederler. Üstelik bu iddia da boş bir hezeyandan ibarettir. Zira bu bedbahtların esas aldıkları Kur'an değil, türlü arızalarla malul akılları ve tabi oldukları oryantalist ideolojidir. Dolayısıyla Kur'an'ı da kendi akıl ve ideolojilerine uydurmaya çalışırlar. Bu, tam bir istismardır. İstismar olduğunun delili de Kur'an'ı açıklıyoruz derken düştükleri sayısız çelişkilerdir.

İslam'ı doğru anlamak için edille-yi şeriyyenin tamamına riayet şarttır. Edille-yi şeriyyenin ilki olan Kitabı / Kur'an'ı doğru anlamak için de, sünneti / hadisleri baş tacı etmek şarttır. Reformistler sünnet ve hadisleri dinin kaynağı olarak kabul etmemekte, böylece Kur'an'ı tahrifata açık hale getirmektedirler. Halbuki Kur'an'ın anlaşılması için Rasûlün (s.a.v.) sünnet ve hadislerini adres gösteren, yine Kur'an ayetleridir. Nitekim Hz. Peygamberin (s.a.v.) dini açıklama vazifesi olduğu birçok ayette anlatılmıştır. Bir misal verelim:

'…İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur'an'ı indirdik.' (Nahl: 44)

Keza Cuma: 2 ve Bakara: 151. ayetlerde Hz. Peygamber'in (s.a.v.) beş ana görevi sayılmaktadır. Bakara: 151 mealen şöyledir:

'Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.'

Şu ayetler de Hz. Peygamber'in (s.a.v.) dindeki konumunu teyit etmektedir:

'O, hevadan (arzularına göre) konuşmaz. O(nun konuşması kendisine) vahyedilenden başkası değildir.' (Necm: 3-4)

'Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin…' (Haşr: 7)

Şimdi reformistlere soruyoruz:

Bu ayetler Kur'an'dan değil mi?

Kur'an'ı kendi akıllarıyla tefsire kalkışan reformistler -açıkça söylemeseler de- aslında Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ayetlerle sabit 'kitabı açıklama' vazifesini kabul etmemekte, dahası bu yetki ve salahiyeti kendilerinde görerek bir nevi sahte peygamberliğe kalkışmaktadırlar.

Ama tavırlarını bu şekilde yorumlamasak da, en hafif şekilde kendilerini müçtehit yerine koyduklarını düşünsek bile, bu da dini tahrif için kafidir.

Evet, reformistler Kur'an'da asla samimi değildirler.

Demek ki İslam'ı ve Kur'an'ı doğru anlamada birinci kaynak Kur'an, ikinci kaynak da onun açıklaması demek olan sünnet ve hadislerdir. İşte dinin esası budur. Dini anlamak, dinin kaynaklarının birbiriyle münasebetini, sistematik bütünlüğünü kavramakla mümkündür. Reformistlerde ise böyle bir usul ve metod yoktur. Onlar kendi cüce akıllarını, çağın şartlarını, değişimi putlaştıran zavallılardır.

İslam'ın ve Kur'an'ın edille-yi şeriyye çerçevesinde anlaşılması hususunda Sahabe, Tabiîn ve Tebaitabiîn nesilleri başta olmak üzere bütün İslam alimleri müttefiktirler. İslam'ı Asr-ı Saadet'ten başlayan mazisinden kopararak kılavuzsuz akılla yorumlamaya kalkışmak büyük sapkınlıktır.

II- İSLÂMÎ İLİMLERİN SİSTEMLEŞMESİ

İslam'ı / Kur'an'ı doğru anlamanın, dinin kaynaklarına gerçek anlamda riayetle mümkün olduğunu beyan ettikten sonra, şimdi de İslamî ilimlerin nasıl sistemleştiğine bakalım.

1- Ana İslamî İlimler

İslam'da ana ilimler üçtür:

- İlm-i Akaid

Akaid ilmi Kur'an ve Sünnetten çıkarılan iman prensiplerini anlatır. Bu manada akaid demek esasen Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat akaidi demektir. Zira bid'at ve dalalet fırkalarının hiçbiri Kur'an ve Sünnet'le çelişki arz etmeyen sahih bir akaid kitabı ortaya koyamamıştır. Akaid ilkelerinden herhangi birine muhalefet, onun Kur'an ve Sünnet'ten dayandığı temel esaslara ters düşmek manasına gelir. Bu ilkelere herhangi bir şekilde ters düşmek dinde bid'at sayılmıştır ve kaynaklarımızda 'İtikatta bid'at küfürdür' prensibi yer almaktadır.

- İlm-i Ahlak / Kalbî İlimler ve Tasavvuf

İslamî ilimlerin sistemleşmesinde akaid ilminden sonra ilm-i ahlak, yani tasavvuf gelir. Buna kalp ilimleri yahut batınî ilimler de denir. Nitekim gelecek yazımızda İslam'ı / Kur'an'ı anlamada batınî ilim yolu çerçevesinde bu konuyu daha detaylı işleyeceğiz.

Burada önemle şunu belirtelim ki tasavvuf bazılarının zannettiği gibi sadece dinî ve kültürel bir zenginlik veya nafile ibadet yolu değildir. Tasavvufun kaynağı esasen velayet ilmidir. Velayet ilminin kaynağı ise nübüvvet ilmidir. Bu ikisine birden ilm-i ledün denir. Tasavvuf ilminden nasip almak, ilm-i ledünden nasip almak demektir. İlm-i ledün, tevhid ilminden kaynaklanan bir derya gibidir.

Tahrifatçı ve reformistler tasavvufu müessese olarak inkar ederler. Bu açıdan da bunların İslam'ı doğru anlama şansları yoktur. Çünkü tasavvuf kalbî ilimler yoludur ve İslam'ın derinliği mesabesindedir. Bunu inkar, dinin kalbe verdiği önemi inkar anlamına gelmektedir. Halbuki dinde insanı mesul kılan, onun kalbî durumudur. Bu hususta bir fikir vermesi açısından mealen şu ayetleri hatırlayalım:

'İnsanların diriltileceği, Allah'a selim bir kalple gelenler dışında malın da çocukların da fayda vermeyeceği gün beni mahcup etme!' (Şu'ara: 89)

'Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.' (İsra: 36)

'Sizler hiçbir şey bilmez bir durumdayken Allah sizi analarınızın karnından dışarı çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler, kalpler verdi.' (Nahl: 78)

'Sözünüzü gizleyin yahut onu açığa vurun; (fark etmez). Şüphesiz Allah, sinelerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilir.' (Mülk: 13)

'De ki: Dini Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmekle emrolundum.' (Zümer: 11)

'Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!' (Fecr: 28)

Hadislerden de şu örnekleri verelim:

'…Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o, iyi (doğru ve düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Bilin ki o, kalptir.' (Buharî, Îman, 39)

'Allah sizin suretlerinize (dış görünüşünüze) ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.' (Müslim, Birr, 33; İbn Mace, Zühd, 9.)

'Ey kalpleri halden hale çeviren Allah'ım, kalbimi dinin üzere sabit kıl.' (Tirmizî, Deavat 124)

Bu ve benzeri deliller İslam'daki yeri itikattan hemen sonra gelen kalp ilimlerinin önemini ortaya koymaktadır. Zaten akaid denince de akla gelen kalbin tasdiki değil midir?

Kalbin iştiraki olmadan işlenen amellerin hiçbir faydası yoktur. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

'Nice oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur. Ve yine nice namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey yoktur.' (İbn Mace, Sıyam,21)

Bütün bu gerçekleri bünyesinde toplayan kalbî ilimleri ve tasavvufu saha ve kurum olarak inkar eden reformistler İslam'ı nasıl anlayabilirler?

- İlm-i Fıkıh

İslam'da üçüncü ana ilim dalı da fıkıhtır. Fıkıh kelimesi İslam'da derinliği ve anlayışı ifade eder. İmam Gazali İhya'nın 1. cildinde Asr-ı Saadet'ten sonra manası daralan dört kavramdan bahseder ki bu kavramlardan biri de fıkıhtır. Gazali'nin izahında fıkıh Asr-ı Saadet'teki manasıyla takvayı ifade etmektedir. Bundan dolayı da takva sahibi insanlara muttaki anlamında 'fakih' denmiştir. Buna göre tıpkı tasavvufta olduğu gibi Allah korkusu, Allah sevgisi, takva, ihlas vs. gibi kalp ilimleri; hatta esası kalbî tasdik olan iman ve buna bağlı akaid konuları da fıkıh kavramının çerçevesi içine girer. Nitekim İmam Azam'ın akaid eserinin adı 'Fıkhu'l Ekber'dir.

Ama sonradan kazandığı mana itibariyle baktığımızda, İslam'ın ibadet ve muamelatla ilgili ilke, prensip ve hükümlerin; o hükümlerden çıkarılan fetvaların hepsine birden ilm-i fıkıh denmiştir.

Bu üç temel sahayı tanımlayan Cibril Hadisi İslam'ı anlamada büyük bir gerçeği ortaya koymaktadır.

Hadiste geçen 'İman nedir?' sualinin cevabı 'Akaid' ilmini, 'İhsan nedir?' sualinin cevabı 'Tasavvuf' ilmini, yani kalbî ilimlerini, 'İslam nedir?' sualinin cevabı ise 'Fıkıh' ilmini ifade etmektedir.

Bu ilimlerin önem sırası da yukarıdaki gibidir. Yani önce akaid, sonra kalp ilimleri sonra fıkıh ilmi gelir. İmam Gazali İhya'da, Ömer Nasuhi Bilmen de Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusunda bu sıralamayı benimser.

Bu üç ana sahanın meydana getirdiği bütünlüğe gerçek İslam denir.

Ne hazindir ki reformistler mütevatir seviyede olan Cibril Hadisini de inkar etmektedirler.

Böylece bu reformist yaklaşım dini parçalamakta, gerçek İslam'dan fersah fersah uzak batıl bir yol, yeni bir akıl dini, icat etmektedir.

İslam'ın ve Kur'an'ın doğru anlaşılması açısından İslamî ilimlerin sistemleşmesi görüldüğü gibi son derece önemlidir.

2- İslam'da Ana Sahalar ve İlim Dalları

İslamî ilimlerin sistemleşmesi çerçevesinde, yukarıdaki üç ana ilimle alakalı olarak bir de dört saha tarif edilmiştir. 'Akaid' sahası, 'Tasavvuf' sahası ve fıkıh ilminin iki kategoride değerlendirilmesiyle ortaya çıkan 'İbadet' ve 'Muamelat' sahaları.

Reformistlerin gelenek diye basite aldıkları şey, işte bu dört sahada ortaya konan bütün müktesebattır. Yani İslam'ın ta kendisidir.

Burada bir ağaç benzetmesi yaparsak, nasıl ki, 'ağaç' dendiğinde kökleri, gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri ve meyveleriyle bir bütünlük anlaşılıyorsa; İslam da böyle bir bütünlüktür. Akaid ilmi onun kökleri, muamelat gövdesi, ibadet dalları, ahlak yaprakları, kulluktaki teslimiyetle ortaya çıkan samimi hal de meyvesidir.

Reformist anlayışta böyle bir bütünlük olmadığı gibi, dinin gayesini ortaya koyma bakımından bir gayret de yoktur.

Bilindiği üzere insanın yaratılış gayesi, başka bir ifadeyle dinin gayesi Allah'a itaat, ibadet ve teslimiyettir. Bu meyanda şu ayeti tekrar hatırlayalım:

'Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.' (Zariyat: 56.)

İslam'ı ve Kur'an'ı doğru anlamak, akaid, tasavvuf, fıkıh ve onlarla alakalı olarak kelam, tefsir, hadis, siyer gibi ilimlerde derinleşmekle mümkündür. Şüphesiz ki bu ilimlerde derinleşmekten maksat akademik kariyer yapmak değil, İslam'ın hedef olarak verdiği ilim, amel ve hal keyfiyetini kuşanmaktır.

Bu ilimlerin hepsinde de ihtisas sahibi olmak elbette ki çok zordur, belki de imkansızdır. Ama belli sahalarda ihtisas sahibi olmak, diğerlerinden de kafi miktarda nasiplenmek mümkündür.

Bu süreçte aklın 'akl-ı selim', kalbin de 'kalb-i selim' hale gelmesine de çok önem verilmelidir.

Netice olarak deriz ki İslam'ı zahir ilim yoluyla anlamak, Asr-ı Saadet'ten günümüze uzanan bütün müktesebatı, aslî ve fer'î ilimleri, özellikle de usul ilimlerini iyi bilmeye bağlıdır.

Ama ne hazindir ki bütün bu müktesebat reformistlerce toptan miadı geçmiş olarak lanse edilmekte ve kendi akıllarını ve o akıllarının ortaya koymuş olduğu hezeyanları insanlara din diye yutturmaya çalışmaktadırlar.

Gelecek yazımızda inşallah İslam'ı anlamada batınî ilim yolunu anlatacağız.