Zaman zaman, fırsat bulduğum ortamlarda ‘düşmanlığın şerefi’nden bahsetmeye çalışırım. Farklılıklara tahammülde veya muhalefet olmada, hatta ciddi bir düşmanlık icap ettiren durumlarda bile bize bir şeref lazım derim.
Zaman zaman, fırsat bulduğum ortamlarda 'düşmanlığın şerefi'nden bahsetmeye çalışırım. Farklılıklara tahammülde veya muhalefet olmada, hatta ciddi bir düşmanlık icap ettiren durumlarda bile bize bir şeref lazım derim.
Kulağımıza veya vicdanımıza hoş gelmeyen, gelemeyecek cümlelerle karşılaşabiliriz bazen. Kafamıza yatmayan tavırlara şahit olabiliriz. Hayatın herhangi bir anında veya alanında başlangıç itibariyle faul denebilecek bir durumla karşı karşıya kalabiliriz. Hatta daha en başında reddetmemiz de gereken durumlar doğabilir gözümüzün önünde.
İşte zurnanın bu deliğinde, nefes alıp verdikçe hasretle anacağım Sad bin Muaz adında, iki metre boyunda, babayiğit bir adam geliyor gözümün önüne. Yesrib'e Musab adında bir gencin geldiğini duyuyor. Bu bilgiyi onunla paylaşan diyor ki: 'Git sen de konuş, dinle. Senin kafana yatar, sen de ona uyarsın.' Ne münasebet, diyor Sad.
Kalkıp Esad bin Zürare'nin hurmalığında Musab'ın karşısına dikiliyor. Eline alsa hamur gibi yoğurur Musab'ı bu arada. Defol git buradan, diyor. Musab da bütün sakinliği ve hilkatten karizmasıyla 'Otur, neden burada olduğumu anlatayım. Yalan söylüyorsun, dersen gideyim.' diyor. Sad diyor ki kendi kendine: 'Ben aklı başında adamım. Beni yanıltamaz. Dinleyeyim. Sonra kovarız.'
Bugün yaşadığımız; önce etiketleyelim, hakaret edelim, dövelim sonra dinleriz mantığıyla oldukça alakasız bir durum. Belli ki Sad işi bilmiyormuş! Musab ona; neden Yesrib'de olduğunu, neye inandığını, inancının gereklerini anlatıyor.
Musab sustuğunda, onu elinde hamur gibi yoğurmaya meyyal olan Sad ayağa kalkıyor ve 'Doğru söylüyor.' diyor. 'Buna inanmayanlar artık benimle konuşmasın.' Sonra Yesrib'in yarısı Müslüman oluyor ve böylelikle Yesrib, Medineleşiyor…
Bu hikayeden bize ne? Bırakın düşmanlığı ve karşıtlığı, arasında derin hukuk taşımış kişilerin bile bir fikir ayrılığına geldiklerinde birbirinden nefret etmelerine ve birbirini duyamayacak kadar sağırlaşmalarına şahit olmuyor muyuz? Ne değişti? Ne oldu da birbirimizi bu kadar duyamaz olduk? Her ortamda anlaşmazlıklar olur. Sonra ne hikmetse herkes birbirinden ölümüne kaçar ve nefret eder.
Herhangi bir sahnesini elbette karikatürize etmeyeceğimiz evlilik müessesesini kurar insanlar. Ve gün olur bu müesseselerden bir kısmı devam edemez hale gelir ve boşanmayla neticelenir. Sonra bir bakıyoruz, aynı ev demeyeceğim, aynı yatağı, bir evde olabilecek tüm mahrem hadiseleri ve hatıraları paylaşmış kişiler, birbirinin (kelimeleri kifayetsiz bırakacak şekilde) düşmanları oluvermişler. Halbuki bir evlilik devam etmiyorsa en doğru karar onu sonlandırmak ve hayatın geri kalanını izzet ve şerefle devam ettirmek!
Her türlü mahremin emanet edildiği bir adam veya kadına yollar ayrılınca o kontrolsüz savaş neden açılır, anlamış değilim. Hele hele bu savaşa aileler nasıl ortak olur? Yıllarca birbirine her türlü dostluğu ve desteği göstermiş kişiler herhangi bir durumda yollarını ayırmak zorunda kalabilir ve biri hatalı da olabilir. Ancak yaşanan hatıraları, dostluğu, arkadaşlığı ne unutturur?
Sad bin Muaz'ın, hiç tanımadığı ve tüm düşmanlığıyla karşısına dikilen birine gösterdiği adamlığı neden hiçbirimiz gösteremiyoruz? Ellerimizi açtığımızda Allah'tan bizi onunla cennette komşu yapmasını istemekten çekinmiyoruz. Oldu, başka?
Kırgınlığında, dostluğunda veya düşmanlığında şeref ve haysiyet sınırlarına riayet etmeyenleri, birbirini dinlemeyi unutanları, farklılıklarıyla karşılıklı oturamayacak kadar düşmanlıkta level atlayanları Allah, Sad bin Muaz'a komşu yapar mı?
Ama dinlemeyi bilirsek, düşmanlığa, yol ayrılığına, kırgınlığa rağmen konuşabilmeyi başarırsak bu hassasiyet ve ölçümüz illaki karşımıza elektrik, yol, su olarak çıkacaktır. İnşallah.