SEVDİKLERİNİ böyle severdi. Daha kısa ifade etmek istediği zamandaysa “İbrişimim” derdi. Ve susardı uzunca. Bendeki karşılığı şuydu. Bu söz o kadar önemli ve bir o kadar da içi dolu ki...
SEVDİKLERİNİ böyle severdi. Daha kısa ifade etmek istediği zamandaysa 'İbrişimim' derdi.
Ve susardı uzunca.
Bendeki karşılığı şuydu. Bu söz o kadar önemli ve bir o kadar da içi dolu ki, harfleri, cümlenin ipine dizdikten sonra bir süre söze ara vermek gerekirdi.
Ağırlığı vardı.
Değeri yüksekti.
Hazmedilmesi gerekirdi ve bu biraz zaman isterdi.
Dikkati hak ederdi.
Sevdim bu cümleyi ama kullanamadım hiç.
Ne zaman söylemeye yeltensem dilimi frenledim.
İki sebebi vardı bunun. Hem söylediğim kişiyi bu muhtevayı barındırmalıydı hem de benim bu cümleyi hakkını vererek söyleyebilmeliydim. İki özelliği bir araya getiremediğim için kullanamadım.
Bugün tekrar yüreğime düştü bu cümle. Sabahtan beri kaynayıp duruyor. Nerdeyse taştı, taşacak.
Kaynaması, taşması elbette güzel ama dökmemek lazım.
İncitmemek gerek.
Sözü uzatıp bağlamı unuttum. Bağışlayın.
Dedim ki, 'Efendim 'İbrişim Yüreklim' nedir?'
Deniz kabardı, dalgalar arttı, fırtına yükseldi.
Gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Yıllardır biriktirmişti sanki. Gözünü sel bastı sanmıştım.
Yanlış bir şey mi söyledim duygusuna kapıldım.
Böyle ne kadar devam etti hatırlamıyorum.
'İbrişim O'dur' dedi.
'O şefkatin madenidir. Merhametin pınarıdır. Âlemlerin rahmetidir. Günahkarların şefaatçisidir. Gariplerin sığınağıdır. Hüzünlü gönüllerin limanıdır. Kalbi kırıkların dayanağıdır. O insanlığı rahmetin ipekten şallarına sarandır. Acılarımızın ilacıdır. Ruhumuzun neşesidir. Yaratılışımızın sebebidir. Her gün yüreğimize yeniden doğandır.
O sevgilimizdir.
O Allah'ın habibidir.'
Zaman durdu sanki.
Mekan sabitlendi.
Elimi eliyle tuttu avucuna yerleştirdi. Sıktı, sıktı…
'O, elimiz elinde olandır. O, evrenlerin ibrişim, ipeksi dokunuşlusudur' dedi.
İlave bir söze mecalim yok.
Allah her daim elimizi eli içinde tutsun.
Gönlümüz gönlünde olsun.
O'na salat, selam olsun.
…
Bir defasında yine 'Başım bağlı benim' demişti.
'Serbest değilim her konuda.
Başım bağlı benim. Her aklıma geleni hemencecik söyleyemem, düşünürüm.
Tartarım, ölçüp biçerim. Hesaplarım.
Ölçülerimi zorlamıyorsa ve bir yararı varsa o zaman söylerim.
Sözün israfı da, israftır. Belki de, en büyük israflardandır.'
Devam etti: 'Tutkulu bir tutukluyum ben. Özgür değilim. Sorumluluklarım var. Yara, bere almadan dönebilmeliyim.
Hasarsız olmalıyım, olabildiğince.
Başım bağlı benim.
Muaf değilim. Bırakamam yükümlülüklerimi. Görmezden gelemem. Adam sende diyemem. Aldırmazlık yapamam, aldırırım.
Başım bağlı benim anlattım.
İstediğim gibi olamam ben, istendiği gibi olmalıyım.
Zamanı istediğim gibi kullanamam, ölçülerine göre kullanmak zorundayım. Tayin edilen prensipler çerçevesinde ancak harcayabilirim onu.
Tüketirken zamanı, kendimi tüketemem.
Dağıtamam.
Bir daha ifade edeyim, edeyim ki bilinsin' diyerek sürdürdü konuşmasını.
Ateşîn bir konuşmaydı.
Kelimeler alev saçıyor gibiydi.
Gözler çakmak çakmaktı.
Sanılanın aksine başının bağlı oluşundan şikayeti yoktu.
Memnundu.
Mutluydu da.
Her zaman olduğu gibi yine iç konuşmam devreye girdi. Zihnimin zembereği döndü de döndü.
Yaşına başına bakıp bu vurguyu abartılı bulmuştum.
'Elbette başın bağlıdır. Bu yaşa geldin. Evlendin, barklandın. Başka türlüsü nasıl olacak ki zaten' şeklinde sıraladım sorularımı.
İşte tam bu sırada cümlelerin hası, esası geliverdi.
'Ben' dedi, 'Efendimizin yani özümüzün, yani hakikatin tutkunuyum. Onun tutuklusuyum.
Başım ona bağlı.
Gönlüm onla rabıtalı.
İstikametim ona ayarlanmış.
Zemini buna göre tespit ederim, zamanı buna göre planlar, ölçer, biçerim. Eksiği, fazlayı bu terazide tartarım.
Sözün uzunluğunu, kısalığını, edilip edilmemesi gerektiğini Onu anlatıp anlatmadığı gerçeğinin ölçülerine vururum.
Benim nişanım odur. Nişanlım odur. Nikahım hakikatimledir.
Gerçeğime bağlıyım.
Ona verdiğim ikrarıma sadığım…
İbrişim yüreklimi gücendiremem.
Ahdimi bozmam, bozmadım. Sizde bozmayın.'
Niyaz kelebekleri uçuştu içimde…
Hepsinin dilinde de binlerce amin ve salavat vardı.