Bir önceki yazımızda Mehmet Okuyan’ın, kurbanın nükte ve muhtevasını saptırmaya yönelik olarak, Hz. İbrahim’in (a.s.), oğlu Hz. İsmail’i (a.s.) kurban etmesi olayıyla ilgili yanlışlarına cevap vermiştik.
Bir önceki yazımızda Mehmet Okuyan'ın, kurbanın nükte ve muhtevasını saptırmaya yönelik olarak, Hz. İbrahim'in (a.s.), oğlu Hz. İsmail'i (a.s.) kurban etmesi olayıyla ilgili yanlışlarına cevap vermiştik.
Bu yazımızda ise onun kurbana 'farz' demesinin ve diğer bazı fetvalarının mesnedini sorgulayacak, bu fetvaların neden Kitap ve Sünnet'e uymadığını ortaya koymaya çalışacağız.
I- KURBAN KESMEK FARZ MI, VACİP Mİ? NEYE GÖRE?
- Okuyan yanılmaz bir müctehid edasıyla kurbanın 'farz' olduğuna hükmediyor.
Halbuki kurban İmam Azam'a göre vacip, diğer üç mezhebe göre sünnettir.
Peki, bin yılı aşkın bir zamandan beri mezhep imamlarının fetvaları bu şekilde iken, bu yeni müctehid nereden çıktı? Kurban kesmeye neye dayanarak farz diyor?
İnsanımızın kafası yıllarca mezhepler konusunda öyle karıştırılmaya çalışıldı ki, kurbanın Hanefilerde vacip, diğer üç mezhepte sünnet olması karşısında meselenin arka planını bilmeyen birçok kişi 'Peki, hangisi doğru?' diye bir vehme kapılabiliyor. Halbuki hükümlerin böyle farklı verilmiş olması birinin doğru, diğerinin yanlış olduğu anlamına gelmez.
Yahut vacip diyen de yanlış söyledi, sünnet diyen de yanlış söyledi, doğrusu M. Okuyan'ın dediği gibi (!) farz olmasıdır da denemez.
Kurban'ın Kuran'daki delili Kevser Suresindeki '… Rabbin için namaz kıl, kurban kes…' (Kevser: 2.) ayetidir.
Ama bu ayetin 'subuti kat'i olmakla beraber, delaleti zannî olduğu için' İmam Azam kurbana farz değil de 'vacip' demiştir.
Diğer mezheplerde ise kurban 'şiar (İslam alameti)' hükmünde olup, terkine cevaz verilmeyen 'müekked sünnet'tir.
Yani mezhepler arasındaki farklılık sadece 'adlandırma' noktasında olup, pratikte ümmetin tamamı meseleye aynı ciddiyetle yaklaşmış ve kurban on dört asırlık İslam tarihi boyunca terk edilmeyen bir ibadet olarak uygulanagelmiştir.
Mezhep imamlarımızın vacip ya da sünnet dediği bir uygulamaya 'farz' demek, bunu diyen kişinin onlardan daha çok takva sahibi olduğu, Allah'ın emirlerine daha büyük bir değer verdiği anlamına gelmez. Kendi kafasına, kendi hevasına göre konuştuğu anlamına gelir. Çünkü mezhep imamları söz konusu hükümleri Kitap ve Sünnet'teki delillere istinaden vermişlerdir. Bu hükümleri vermek için de kılı kırk yararcasına bir say u gayret ortaya koymuşlardır. Bir şeye 'farz', 'vacip' veya 'sünnet' demek öyle kolay bir iş değildir. Verilen bu hükme Kitap ve Sünnet'ten delil göstermek şarttır. M. Okuyan ise kurbana farz derken bu yönde hiçbir hassasiyet göstermemekte, hiçbir delil getirmemekte, sadece 'bana göre farzdır' demektedir.
Peki şimdi soralım:
İslam'da bir hükmün verilmesinde 'bana göre' demek gibi bir temellendirme var mıdır? Hem sen kimsin? Müctehid misin? Fakih misin?
Kendine sorarsanız Kuran'ı başka hiçbir şeye muhtaç olmadan, sadece kendi aklıyla anlama kabiliyetine sahip biri…
Halbuki İslam'a ve Kuran'a arızalı ve yanlış usullerle yaklaşan, kendi hevasından konuşan bir kimse ayetleri saptırır ve kendini de, kendine uyanları da -Allah muhafaza- felakete sürükler.
II- M. OKUYAN'IN DİĞER BAZI YANLIŞ FETVALARI
- Okuyan'ın kafasına göre verdiği fetvalar sadece kurbanla ilgili değildir; sayılamayacak kadar çoktur.
Birkaç misal vermek gerekirse, mesela Cuma namazının kadınlara da farz olduğunu iddia etmektedir. Bunun sebebi de Hz. Peygamberin (s.a.v.) ayeti hayata geçiriş şekline itibar etmeyişi, bir değer vermeyişidir.
Sorarız kendisine:
Senin, Cumanın kadınlara da farz olduğu sonucunu çıkardığın ayet kime indi? Hz. Peygambere (s.a.v.) inmedi mi? Peki o Peygamber bu ayeti nasıl tatbik etti?
Biz cevap verelim:
Allah Rasulü (s.a.v.) Kuran'ı teybin, tahsis, takyit etme gibi görevleri doğrultusunda şöyle buyurmuştur:
'Cemaatle Cuma namazı kılmak, her Müslüman'a farzdır. Ancak, köle, kadın, çocuk ve hastaya farz değildir.' (Ebû Davûd, Salat, 217; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 550; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübra, III, 246.)
Asr-ı Saadet'ten günümüze kadar bütün alimler, Cuma namazının kadınlara farz olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir (İbnü'l-Hümam, Feth, II, 59; Nevevî, el-Mecmû', IV, 483-484; İbn Kudame, el-Muğnî, III, 216.)
Peki, Rasulüllahın ve onun yolunda giden ümmetin uygulaması ortadayken M. Okuyan neye dayanarak Cumanın kadınlara da farz olduğunu söylemektedir? Yoksa (haşa) kendisine Hz. Peygamberden farklı olarak vahiy mi gelmiştir, ya da Hz. Peygamber Kuran'ı anlayamamış da bin dört yüz sene sonra M. Okuyan mı anlamıştır? Böyle cüretler Hz. Peygamberi fiilen dışlama, devre dışı bırakma anlamına gelir. Bu ise Allah'ın Kitabını kendi reyi, kendi hevası, kendi kafasına göre yorumlamaya kalkışmak demektir. İşte sapmanın ve saptırmanın sebebi budur.
Bir başka örnek verelim:
Bu şahıs 'adet dönemindeki kadınların namaz kılmalarında bir mahzur olmadığını' da söylüyor.
Bu da mesnetsiz, heva heves mahsulü bir fetvadır.
Kendisine sormak gerekir:
Din senin zannettiğin gibi düz mantık meselesi midir? Bir şey emirse emir, yasaksa yasaktır. Dini vaz'eden Allah'tır. Peygamber onu tebliğ eder ve Allah'ın emri ve müsaadesiyle de yeri geldiğinde hüküm koyar. Âdet dönemindeki kadınların namaz kılamayacakları Allah'ın emri olup Hz. Peygamberin (s.a.v.) hadisleriyle sabittir.
Hz. Peygamber (s.a.v), Fatıma binti Ebî Hubeyş'e şöyle emretmiştir:
'Âdetin devam ettiği sürece namazı bırak, sonra boy abdesti al ve namaz kıl.' (Buharî, Hayz, 19, 24, Vüdû, 63; Müslim, Hayz, 62; Ebû Davûd Taharet, 109).
Hz. Âişe (r.anha) şöyle demiştir:
'Biz Rasûlullah (s.a.v) devrinde adet görüyorduk. Namazı kaza etmekle emrolunmadığımız halde, tutamadığımız orucu kaza etmekle emrolunuyorduk.' (Buharî, Hayz, 20; Ebu Davud Tahare,104; Tirmizî, Savm, 67; Nesaî, Hayz,17; Siyam, 64.)
Görüldüğü üzere bu hadisler Kütüb-i Sitte hadisleridir. Birincisini hem Buharî hem de Müslim rivayet etmiştir. Hadis literatüründe bu şekilde hem Buharî hem de Müslim'de geçen hadislere 'müttefekun aleyh hadis' denir ve müttefekun aleyh hadisler sahih hadislerin en üst mertebesinde yer alır.
İkinci hadis de yine bir Buharî hadisidir. Buharî'nin hadis kitabı olan 'Sahih', 'Kuran'dan sonra en güvenilir kaynak' olma unvanına sahiptir. Hadis ayrıca Kütüb-i Sitte'deki üç kitapta daha, yani toplamda altı kitabın dördünde yer almaktadır.
- Okuyan işte bu kaynaklarda geçen hadislere itibar etmeden adet dönemindeki kadının namaz kılabileceğini söylüyor. Çünkü o esasen hadisleri dinde kaynak kabul etmemekte ve 'rivayetler' diyerek dışlamaktadır. Böylece de Kuran ayetlerini kendi kafasına ve hevasına göre istediği gibi saptırabilmekte, istediği fetvayı verebilmektedir. Burada temel yanlış Sünnet ve Hadislerin dinde delil kabul edilmemesi yoluyla Hz. Peygamberin (s.a.v.) dışlanmasıdır. Bu adeta yeni bir din ihdası anlamına gelmektedir.
Okuyan'ın bir başka hezeyanı da Kuran'daki nesih meselesini kabul etmemesi, 'Ayetin ayeti neshetmesi diye bir şey yoktur' demesidir.
Nesih, şer'î bir hükmün, kendisinden sonra gelen başka bir şer'î hükümle kaldırılması demektir. Önceki hükme mensûh, onu yürürlükten kaldıran yeni hüküm veya delile de nasih denir.
Ayetin ayetle neshedilebileceğine dair Kuran'da açık delil bulunmaktadır. Bakara Suresinin 106. Ayet-i kerimesinde şöyle buyurulur:
'Biz bir ayetten her neyi nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadirdir.' (Bakara: 106.)
Ayet gayet açık değil mi?
Peki Kuran'ın açıkça haber verdiği bir hakikatin inkarı ne anlama gelmektedir?
Bunun anlamı M. Okuyan ve onun gibilerin Kuran'ı tahrif ettikleri, ayetleri saptırdıkları, 'bize Kuran yeter' dedikleri halde Kuran'a uymadıkları, onda samimi olmadıklarıdır.
III- 'TEFSİR VE FETVA EHLİYETİ' VE M. OKUYAN
- Okuyan'ın haddini aşarak büyük bir cüretle Kuran'ı tefsire (müfessirliğe) ve Kuran'dan hüküm çıkarmaya (müctehidliğe) soyunması son derece gülünç ve de ibretliktir.
Bu tespitimizi tefsir ve fıkıh ilmine biraz vakıf olanlar rahatlıkla anlar.
Zira Kuran'ı tefsir etmek, Kadı Beydavî'nin dediği gibi, bütün İslamî ilimleri bilmeyi, onların asıllarına vakıf olmayı icap ettirir; böyle bir ehliyete sahip olmayanların bu zor ve mesuliyetli işe kalkışmamaları gerekir. Çünkü tefsir ilmi, tefsir şartlarına riayet ederek Allah'ın ayetlerdeki muradını yakalamaya çalışmak mükellefiyetidir.
Kuran'ı tefsir etmek için sahip olunması gereken asgarî şartlar şunlardır:
- Fasih bir Arapça,
- Kuran Arapçasına vakıf olmak için Arap edebiyatı,
- Ayetlerin nüzul sebebi,
- Kuran'ın nasıl tefsir edileceğinin ilmi (Tefsir Usulü ilmi),
- Kuran'ın yanında Sünnet ve Hadis ilimlerine de vakıf olmak,
- Akaid ve fıkıh ilimlerine vakıf olmak,
- Lügat ve gramer ilmi,
- Kuran'ın bütünlüğüne vakıf olmak, siyak - sibakı bilmek.
- Ayetlerin konularının kaplam alanlarını bilmek,
- 'Nasih – mensûh' konusunu bilmek,
- İlm-i mantık ve ilm-i hikmeti bilmek,
- Tefsirdeki iş'arî manaları anlamak için tasavvuf bilmek ve
- Amel-i salih, ihlas ve takva sahibi olmak…
Esasen gerçek müfessir, yirmiden fazla ilmi bilen insana denir. Bu saydıklarımız sadece olmazsa olmaz asgarî şartlardır.
Kuran'ı tefsir edebilmek için sahip olunması gereken bir vasıf daha vardır ki, diğer bütün şartları taşısa bile, bu özelliğe sahip olmayan kişi Kuran tefsirine kalkışmamalıdır. Bu özellik de 'ilm-i vehbî'dir. İlm-i vehbî, Allahu Teala'nın kalplere verdiği fütühattır, keşif ve sezgi kabiliyetidir, ilhamdır. Kalbin nurlanması suretiyle gerçek mananın kalbe doğması hadisesidir. Yani ilm-i vehbî belli noktada velayet rütbesini ifade eder.
Şimdi soralım:
Kuran'ı tefsire kalkıştığına göre bu vasıfların ne kadarı M. Okuyan'da vardır?
Biraz Arapça, hafızlığa dayalı olarak biraz da ayet numarası bilmekle müfessir olunmaz.
Ama tefsir ehliyetinden bu kadar uzak bu kişi, gayet rahat bir edayla kendini yanılmaz bir müfessir olarak gösterebiliyor; -güya- tefsir yaparken 'Buradaki hüküm şudur', 'Bana göre mana budur' gibi haddini aşan ifadeler kullanabiliyor.
Şunu da ekleyelim:
Kuran tefsirinde 'ayetin ayetle tefsiri'nden sonra ikinci sırada 'ayetin sünnet ve hadisle tefsiri' metodu gelir.
Halbuki yukarıda belirttiğimiz gibi M. Okuyan sünnet ve hadisi delil kabul etmemekte, 'rivayetler' diyerek dışlamaktadır. Böyle bir kimsenin Kuran'ı tefsire kalkışması hiç olacak iş midir?
Ama heva ve hevesinden konuşan bu şahıs, söylediğine göre otuz cilt olarak planladığı bir tefsir de yazıyormuş! Geçtiğimiz aylarda 'Tefsirimin 25. Cildini memleketim Trabzon Çaykara'da yazmaya devam ediyorum' diyerek bir fotoğraf paylaşmıştı. Fotoğrafta, hoş manzaralı bir odada bacak bacak üstüne atmış, önünde bilgisayar, hikaye yahut köşe yazısı yazar gibi bir rahatlıkla poz veriyordu. Ne edep değil mi!!
Tefsir adı altında ne çamlar devirdiğini, eseri (!) piyasaya çıktığında göreceğiz.
Ama Hilal TV ve Çay TV de yaptığı tefsir programlarından (!) bu çamların hiç mi hiç az olmadığını biliyoruz.
Okuyan'ın fakihliğine, fetva verme ehliyetine (!) gelince:
Fetva vermek fakih olup Kuran'dan hüküm çıkarmanın yol, usul ve metodlarını bilmeyi gerektirir. İlmî donanım, amelî ehliyet, takva ve ihlas, fakihlikte olmazsa olmaz şarttır.
Fakih kelimesi fıkıh usûlünde müctehid anlamına gelmektedir. Müctehid, şer'î hükümleri, delillerinden çıkarma yetkisi ve ilmine sahip olan kimsedir.
Hanefiler, fıkıh alimlerini müctehidden mukallide doğru şöyle sıralarlar:
- İslam fıkhında müctehid olanlar
- Mezhepte müctehid olanlar
- Meselede müctehid olanlar
- Mezhep imamının metod ve görüşüne bağlı kalarak yeni meselelere çözüm getirebilen yani tahriç yapabilenler
- Mezhep imam ve müctehidlerinin görüşleri arasında tercih yapabilenler
- Mezhepte mevcut görüşlerden kuvvetli ve zayıflarını ayırt edebilecek durumda olanlar
- Tam mukallidler.
Peki, M. Okuyan bu sıralamada hangi tabakadadır?
Hiçbirinde değildir.
Okuyucularımız bizim bu 'Hiçbirinde değildir' sözümüzü hissî olarak verilmiş mübalağalı bir hüküm gibi görüp, 'Yani mukallid de mi olamaz?' diye sorabilirler.
Buna cevabımız 'Hayır, olamaz'dır. Çünkü bir kişinin, müctehidlerin koydukları ölçüler çerçevesinde verdikleri fetvalara tam mukallid olabilmesi için, her şeyden önce 'mezhep' gerçeğini kabul etmesi gerekir. Okuyan'ın mezhebi kabul etmediği açıktır.
Bir diğer husus da, tam mukallid olabilmek için, kişinin fıkhından önce akaidin düzgün olması gerekir. Okuyan'ın ise 'tefsir' adı altında yaptığı tahrifatlar akaidi ihlal anlamına gelmektedir. Dolayısıyla akaidi düzgün olmayan birinin 'tam mukallid' olma şerefine eremeyeceği de İslamî bir gerçektir.
Mukallid bile olamayan bir kimsenin fetva verme ehliyeti zaten düşünülemez. Okuyan değil fetva vermek, müctehidleri ve mezhep imamlarını anlayacak evsaf ve ilmî seviyede de değildir.
İbn Abidin gibi deha bir alimin bile bu sıralamanın yedinci tabakasında (tam mukallidler içinde) sayılması, bu sözümüzün hiç de mübalağa olmadığına delil olarak kafidir.
Hem fakih kelimesi haddizatında 'Allah korkusu olan muttaki kimse'yi ifade eder. Okuyan'ın bu manada fakih olması da hiç mümkün değildir. Çünkü Allah'ın ayetlerini saptıracak kadar 'Allah korkusu olmayan' bir tavır sergileyebilmektedir.
Kuran'ı tefsir etmekte olduğu gibi, Kuran'dan hüküm çıkarmakta da bilinmesi gereken şeylerden biri, nasih - mensûh meselesidir.
Sahabe müfessiri Abdullah b. Abbas (r.a.) nasih ve mensûhu bilmeyenin Kuran'ı tefsir etmesinin ve ondan hüküm çıkarmasının mümkün olmadığını söyler. Hz. Ali ise (r.a.) nesih konusunda bilgisi olmayan birine, 'Kendini de helak ettin, başkalarını da!' diye çıkışmıştır.
- Okuyan ise nasih - mensûhu bilmek şöyle dursun, bu meseleyi kabul etmemektedir.
Halbuki onun inkar ettiği şey, hem tefsirde, hem de fıkıhta, dolayısıyla dinde temel mikyaslardan biridir.
Yine fakih ve müctehid olmanın olmazsa olmaz şartlarından biri, ilimde derinlik, ihlas, takva ve salih amel sahibi olmaktır. Mezhep imamlarımızın tamamı ve onların yolunu takip eden müctehid ve fakihler ilimde, amelde, haşyette, ihlasta, ihsanda, takvada zirve şahsiyetlerdir. Allah bu vasıfları taşımayan kimseye içtihadında isabet imkanı vermez. Ve böyleleri Kuran ayetlerindeki mana ve hikmeti de anlayamaz.
- Okuyan'a gelince: O, internetteki videolarında da görüleceği üzere, Kuran ayetlerini, namazı, abdesti espri ve fıkra konusu yapabilmektedir. Buna onlarca örnek gösterilebilir.
Meşhur olmak isteyenlerin en bedbahtı, Kuran'ı ve İslam'ı buna malzeme yapmaya yeltenenlerdir. Allah indinde böylelerinin vebali ve hesabı çok ağır olacaktır.
Sonuç itibariyle M. Okuyan'ın müfessirlik ve müctehidliğe kalkışması tam bir fecaat ve de haddini bilmezliktir. Gülünçtür, ibretliktir.
Bu, erlik mertebesindeki bir askerin general olduğunu iddia etmesine benzer.
IV- İTİKADÎ YANLIŞ VE TAHRİFATLARINA ÖRNEKLER
Bu şahsın itikadî yanlış ve tahrifatları ayrı bir boyut olup onlarca yazı ile anlatılsa yine de bitmez.
Bu yazının hacmi çerçevesinde bazı yanlış ve tahrifatlarına maddeler halinde temas edelim, ta ki insanlarımız bu hezeyanlara kapılmasın.
- Şefaati ve vesileyi inkar etmesi,
- Miracın ruh ve cesetle birlikte olduğunu inkar etmesi, sadece ruhen gerçekleştiğini iddia etmesi,
- Bir iman şartı olan kaderi inkar etmesi veya saptırması; Mutezileye göre bir kader tanımı yapması veya sanki bütün Müslümanlar kaderde cebriliği esas alıyormuş gibi Cebriyeciliği gündem ederek ona karşı çıkması. Ki biz bu yanlış kader anlayışına daha evvel 'Mehmet Okuyan'ın İslam İnanç Esaslarına Ters Düşen Görüşleri - IV (Kader Konusunu Çarpıtması ve Kaderi İnkara Sürüklenmesi)' adlı yazımızda cevap vermiştik.
- Kabir azabını ve kabir hayatını inkar etmesi,
- Hz. İsa'nın mucize olan doğumunu aklî plana indirgemesi, Hz. Meryem'in çift cinsiyetli olduğunu iddia etmesi, bütün mucizeler hakkında aynı yolu izlemesi,
- Hz. Âdem'in babasının olduğunu ve Âdem'in birden fazla olduğunu iddia etmesi ve böylece insanların atasının tek olduğunu ve onun da topraktan yaratıldığını haber veren ayet ve hadislere ters düşmesi.
Bunların her biri reddiye yazılması gereken birer akaid ihlalidir.
V- HZ. PEYGAMBERİN TEYBİN VE TEŞRİDEKİ ROLÜNÜ İNKÂR ETMESİ
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu şahıs, Kuran'ı en iyi kendisinin anladığı, en isabetli hükümleri yine kendisinin verdiği havasındadır. Bunun neticesi olarak da Hz. Peygamberin (s.a.v.), 'aldığı vahyi tatbik etme, uygulanmasına nezaret etme, ayetlerdeki muradı ortaya koyma, bu manada ayetleri takyit ve tahsise tabi tutma ve yine Allah'ın emri ve izniyle dinde haram - helal (hüküm) koyma yetkisini' devreden çıkarmaktadır. İnternette paylaşılan videolarında bu yönde pek çok sözünü bulmak mümkündür.
Böylece bu şahıs yukarıda da belirttiğimiz gibi Hz. Peygamberi (s.a.v.) fiilen devre dışı bırakarak, Kuran'ı en iyi kendisinin anladığını iddia etmektedir.
Bu şahsın yaptığı iş tahrifattır, ayetleri bağlamından çıkararak gerçek manayı saptırmaktır. Böylece hem kendine yazık etmekte hem de kendisini takip edenlerin ebedî hayatlarını tehlikeye atmaktadır.
Bitirmeden bir dipnot daha düşelim:
Bu şahıs bir müddet Beyaz TV'de de program yaptı.
Rahmetli Kadir Mısıroğlu'nun bizzat edindiği bilgiye göre, onu Beyaz TV'ye 'sahih bile olsa, topluma uymayan ve toplumda uygulanamayan hadislerin bir değerinin olmadığını' söyleyen eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez tavsiye etmiş… Bozacının şahidi şıracı misali…
SONUÇ
Bütün bu sebeplerle bu yazının konusu olan kurban meselesinde olduğu gibi diğer bütün konularda da tahrifat yolunu seçen M. Okuyan ve onun gibiler boykot edilmeli, böyle şahısların yazı ve kitapları asla okunmamalı, konuşmaları asla dinlenmemelidir. Bunu temin etmek de başta idarecilerin, sonra da ilim erbabının ve samimi bütün müminlerin görevidir.
Allah hepimize şuur uyanıklığı versin.