Genel

Her İnsan Kendi Manevî Dünyasının Çiftçisidir

Yazarımız Uğur Canbolat, Tenha Sohbetler isimli röportajlar serisinde bu hafta "Her İnsan Kendi Manevî Dünyasının Çiftçisidir" konusunu Üsküdar Üniversitesi kurucu rektörü Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile siz İstiklal Gazetesi okuyucuları için konuştu.

Abone Ol

İnsan amaçlı bir varlık; yaşadığımız çağ ise amaçsızlık peşinde… Hayata anlam yüklemenin ve bir değer uğrunda yaşamanın kınandığı bir çağda bunalan insan iç dünyasındaki acılarını dindirerek teselli bulmak için psikolojik sığınaklar arıyor. Çoğu defa yanlış tercih edilen bu sığınaklar kişiyi karanlık koridorlarda dolaştırıp güçsüz düşürüyor. 1400 yıldır mü’minlerine sığınak olan dinimizin dua ve ibadet ile güç veren nasıl bir teselli kaynağı olduğunu, şükrün getirisi, şükürsüzlüğün kaybettirdikleri, inançta samimiyet, hayatın resetlenmesi, duanın psikolojik ve fizyolojik etkilerini ‘İnanç Psikolojisi’, ‘Toplum Psikolojisi’ ve ‘Bilgelik Psikolojisi’ gibi pek çok kitabın yazarı Üsküdar Üniversitesi kurucu rektörü Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile konuştuk.

---

Farklı ibadetlerin ortak şartı olarak görebileceğimiz niyet konusunu dinimiz oldukça önemsiyor. Amacına ulaşması açısından baktığımızda ibadet ve niyet arasındaki bağı nasıl anlayabiliriz? Bu konudaki değerlendirmenizi alabilir miyim?

-İbadeti, mükellef dediğimiz sorumluluk alabilen kişinin yaratıcısına duyduğu saygı nedeni ile ona itaat etmesi ve bazı zevklerinden vazgeçmesi olarak tanımlayabiliriz. İbadet ve duada birinci şart, sizin de söylediğiniz gibi, niyettir. İbadet ve duada niyet eğer yaratıcıya kulluk değilse yapılan ritüeller ve bu uğurda vazgeçilen zevkler amaca hizmet etmez. Yani dinî kavrayışa göre rızaya uymaz; kulu yaratıcıya yakınlaştırmayan ibadet, amacına hizmet etmemiş olur.

O halde ibadetten maksat kulun yaratıcıya ulaşmasıdır diyebilir miyiz?

-Evet, dua ve ibadette amaç kulu yaratıcıya yakınlaştırmaktır. Belki burada konuyu anlamak bakımından “Allah'tan korkmak” kavramını anlamaya ihtiyaç vardır. Allah’tan korkmak aslında Allah'a saygı duymaktır. Onun yaratıcılığını onaylamak demektir. İslam dininde ''Allah'tan başka ilah yoktur ve Hz. Muhammed onun kulu ve elçisidir'' sözünün ilk iki şart olarak sunulması anlamlıdır. Mensup olduktan sonra yaratıcının koruması ve güveni altına girilir. Kurallara saygı duymak, yoğun sevginin veya yaratıcının sevgi ve rızasını kaybetmekten korkmanın bir sonucudur; tıpkı bir bebeğin bir şeyden korkup annesine sığınıp rahatlaması gibi… İnsan da yaşadığı olaylar ve musibetler karşısında her şeyi bilen, gücü her şeye yeten, her şeyin kontrolü elinde olan, kalbinden geçen her hatırayı dahi işiten, şahdamarından daha yakın olan bir güce inandığını hissetmelidir. Bunu başardığında kişi huzur ve güvenin verdiği içsel hoşluğu ve esenliği yaşar.

Burada akla müracaat etmenin, duygu ile yakalanan içsel huzurun akılda kabulünün sağlanmasının yeri nedir?

-Önemlidir şüphesiz… Aklın onaylamadığı bir ibadetten elde edilen huzur ve sükûn hali, geçici bir teselli anlamına gelir. Sağlıklı bir ibadet ve dua akla dayanan ve duyguların kalp tarafından onaylandığı bir inanç sisteminden sonra olursa anlamlı olur. Bu algılama ile yapılan ibadette kişi bütünün parçasını görür.

Bu nasıl mümkün olur?

-Bir örnekle açıklayalım. Süleymaniye Camiinin inşaatında çalışan bir işçiye “Ne iş yapıyorsun? ” diye sorarlar. O “bir lira yevmiye ile çalışıyorum” şeklinde cevap verir. İkinci bir işçiye aynı soruyu sorduklarında işçi, “Dünyanın en büyük mabedinin inşaatında çalışıyorum” cevabını verir. Buradaki ikinci bakışta büyük bir vizyon vardır. Kişi Allah'ın isim ve sıfatlarını bilerek; onun ilim, irade, güç ve hikmetini düşünerek ibadet yaparsa beklenen içsel, sosyal ve manevi faydaları kazanmış olur.

Allah’ı bilerek, O’nu düşünerek yapılan ibadetlerin kişiye kazandıracağı bu faydaların neler olduğunu biraz açabilir misiniz?

-Tabii. Toplum Psikolojisi adlı kitabımda tarla metaforunu kullanmıştım. Bu metaforun konuyu anlaşılır kılmak için güzel bir yol olduğunu düşünüyorum. Buna göre eğer bir işçi geniş ve verimli topraklarını, arazisini hazırlar, yabani otlardan temizler, tohumunu zamanında ekerse yağmur ve güneş geldiğinde çalışmasının karşılığını görür, iyi bir verim elde eder. Eğer tembellik ederek hazırlık yapmazsa, tarlayı ilaçlamazsa, bakımsız bırakırsa yağmur ve güneş, tarlasında yabani otların yeşermesine sebep olur.

Bu metaforu inanç dünyamıza uyarlayalım. Ruhumuz da bir tarla gibidir. Onu günahlar şeklindeki yabani otlardan temizler ve iyi, güzel, doğru tohumlar atıp hazırlığımızı yaparsak rahmet güneşi, merhamet yağmuru geldiğinde iyi ve güzel çiçekler açar, içimizde ve dışımızda güzelliklere neden olur. Her insan kendi manevi dünyasının bir çiftçisidir. Ruh dünyasına iyi bakım vermeyi başarabilirse sonucunu hem çalışırken, hem de hasat günü geldiğinde en güzel biçimde alır. Ama tembellik yaparsa, zararlı işlerle uğraşırsa yahut bencil eğlencelerle zamanını harcarsa bunun sonucunu da yaşamak durumunda kalır.

Burada mülkün sahibinin istediği bir yaşam ve çalışma tarzı var. Bu tarza uyulduğunda hem kazanç elde ediliyor, hem mutlu olunuyor, hem de mülk sahibi memnun ediliyor, öyle mi?

-Evet, öyle. Size o çiftliği veren dâvet sahibi büyük zat kimden memnun olur? Tabii ki çalışıp teşekkür edenden... Burada çalışıp teşekkür eden kişi en iyi kuldur. Çalışıp teşekkür etmeyen kişi de iyi bir insandır ama vizyonu dar olduğu için sadece çalıştığının dünyevi, yani maddesel karşılığını alır. Kazancı bununla sınırlı kalır, manevî birçok ticareti kaçırmış olur; tıpkı az evvel verdiğim Süleymaniye Camii inşaatında çalışan birinci işçi örneği gibi... Bol bol teşekkür eder ama tembellik ederse çiftliğin hukukuna uymadığı ve bencillik yapıp çiftlikte düzeni bozduğu için kul hakkına girmiş olur. Sadece ibadetin şeklî kısmını yapıp içini doldurmayan, çalışırken çiftlik sahibinin memnuniyetini ve rızasını düşünmeyen bu kul, ibadeti şahsi çıkarı ve tembelliğine alet ettiği için rızaya uymamış olur. Samimiyetsiz bir ibadet, niyet unsuruna uymadığı için boşa gitmiş bir ritüel hâline gelir.

Samimiyetin ibadet için temel şart olduğunu belirtiyorsunuz. Buradan yola çıkarak Peygamberimizin namazı anlatırken “gözümün nuru” şeklinde tanımlamasını nasıl kavramalıyız? Bir psikiyatristin penceresinden bakınca bu söz neyi ifade ediyor?

-Olumsuz düşünce, zevk tuzakları, çeldirici ve ayartıcı unsurlara karşı durmak kolay değil. Hele bunların arttığı ve çeşitlendiği çağımızda durum daha da zor… İbadet bu çağrılara karşı “Hayır, ben iyi şeyler yapacağım” iradesini deklare etmektir. Bu düşünceyi taşıyan ibadet, ilâhî hedefe daha uygun olan ibadettir. Bu irade ile kılınan bir namaz da elbette göz nuru gibi değerlidir. Benzer örnekleri bulmak mümkündür. Mesela Hz. Peygamber bir gün otururken yanındakilere “Önümüzden bir nehir aksa, her gün beş defa o nehrin içine girsek vücudumuzda kir kalır mı?” diye sorar. “Kalmaz” cevabını aldıktan sonra da “İşte namaz manevî kirleri yıkayan bir nehir gibidir” buyurur. Buradan, ibadetin kusurların farkına varıp arınma ve temizlenme iradesi ile başladığını; iyi ve güzel şeyler yapma niyeti ve planlaması ile devam ettiği takdirde hayatın her gün “resetleneceğini” anlayabiliriz.

Hayatı “resetleme” ifadesi enteresan. Buradan devam edersek bir ibadetin faydaları bununla sınırlı mıdır? Duanın ve ibadetin başka ne gibi psikolojik faydaları vardır?

-Farkındalık önemlidir. Kulluğunu anlayan, gücünün sınırlarını bilen bir kimse duanın faydalarını hemen görür. Birinci fayda, yalnız olmadığını hissetmesidir. İkinci fayda, ümidi ayakta tutabilmesidir. Üçüncüsü, bir şeyler yapabilme konusunda ilk adımı atmış olması; dördüncüsü ise tüm gücü ile uyanık, dopdolu olabilmesidir. Ayrıca psikolojik bütünlüğü bozulan ve kontrol duygusunu kaybetme hissi ile şiddetli sıkıntı yaşayan insan eğer zihinsel bir sığınak oluşturabilirse kaygısını azaltabilmektedir. İşte kişi, ölüm anksiyetesi ve onun oluşturduğu panik ve kontrolsüzlük hissini ancak Allah inancı veya koruyucu melek inancı ile yenebilir. Bunun için Amerikalılar “Siperde ateist yoktur” demektedirler.

Peki, dua eden kul ile dua edilen üstün varlık arasındaki ilişki nasıl olmalıdır? Nasıl olursa doğru olur ya da duanın bahsettiğiniz faydaları ortaya çıkar?

-Önce insanı tanımak gerekir. İnsan; gücü sınırlı, ihtiyaçları sınırsız, arzuları sonsuz olan bir varlıktır. Sınırlı gücü olan varlık sınırsız, mutlak güç, irade ve ilim sahibi ile münasebet kurmaya niyet etmelidir. Bunu yaptığında kendisinde ilâhî güç tarafından korunduğu duygusu oluşur. Sınırsız güç kaynağı ”Kadir-i Mutlak”la bağlantı kurma arzusu insanda sarsılmaz bir güven ortaya çıkarır. Böyle bir yöneliş ve yakarış ise özlü ibadet anlamına gelir.

Dua ve ibadetin faydaları sadece psikolojik yapımızla mı sınırlıdır, yoksa dua ve ibadetin fizyolojik etkileri de var mıdır?

-Asla sınırlı değildir, elbette fizyolojik faydaları da vardır. Örneğin, duada vücut ısısı yükselir. Kişi ürperti hissi ile uyarılır. Algı gücü keskinleşir, bilinç düzeyi ve farkındalıkta artış olur. Harvard öğretim üyesi Dr. Herbert Benson duanın fizyolojik etkileri üzerinde araştırma yapan ve son otuz yılını buna adayan bir araştırmacı. Handbook of Religion and Health adlı kitapta Benson bize konuyla ilgili ilginç veriler sunar. Bu verilere göre, inanmak hastalıklar üzerinde yüzde 60-90 iyileştirici etkiye sahiptir. Diğer birçok araştırma ile birlikte Benson’ın bin iki yüz kişi üzerinde yaptığı araştırmada da dindar insanların daha uzun ve sağlıklı bir hayat sürdürdüğü tespit edilmiştir. Benson, kitapta ibadetine düşkün ve düzenli dua eden insanların daha seyrek hasta oldukları, dindarlığın hastanede kalma süresini azalttığı, hiçbir dinî aktivitesi olmayanlara oranla dindarların kalp ameliyatı sonrası ölüm riskinin 14 misli daha az olduğu tespitlerini yapmıştır. Ayrıca dua halindeki insanların beyin MR görüntülemelerinde kompleks aktivitelerin gerçekleştiğini de rapor etmiştir.

Bu anlattıklarınız günümüz insanının en çok mağdur olduğu konulardan biri olan stresi akla getiriyor. Sizin ‘Mutluluk Psikolojisi’ ismini taşıyan bir kitap çalışmanız da var. Buradan hareketle isterseniz biraz da stresle başa çıkmada dua ve ibadetin rolü üzerinde konuşalım. Dua ve ibadet meditatif bir eylem olarak görülebilir mi?

-Elbette. Ancak duanın meditatif bir eylem olabilmesi için önce zihinsel bir tasavvurla düşünceyi güzelleştirmesi gerekir. Daha sonra bir noktaya odaklanması ve merhamet, şefkat, sevgi oluşturacak yoğunlaşmanın yaşanması lazımdır. Bu bahsettiğim üç aşama ancak eğitimle elde edilebilir. Dua ve ibadet öncesi zihinsel tasavvurda kulluk esprisi içerisinde, Rablık ve İlâhlık gerçeğine sığınmalıdır. Kişinin O’ndan ilgi ve yardım talep edeceğini, O lütfetmedikçe mahrum olacağını itiraf etmesi gerekir. Böyle bir yöneliş olmayan dua ve ibadet huşu ve derinlikten yoksun kalır.

Sanırım inançlarında samimiyet arayan kişi için duayı önemli görüyorsunuz…

-Evet. Dua hissi hayatın akışında gerekli ve faydalı bir histir. Ancak asıl kıymetli dua ve ibadet insanın hasta ve muhtaç olmadığı zamanda yaptığı duadır. Hasta ve muhtaç iken yapılan dua ve ibadet mum ışığı değerinde ise genç ve güçlü iken yapılan dua ve ibadet güneş değerine ulaşır. Böyle bir insanın duası hayranlık ve saygı uyandırmalıdır. Çünkü bu kişi kulluk bilinci içindedir ve gelecek zorluklara da şimdiden manevî yatırım yaparak hazırlanıyor demektir.

Bir makalenizde “İçimizdeki büyük doktoru ve geniş eczaneyi harekete geçirmek için sağlam manevi inancın somut etkilerini bilim gözüyle görebiliyoruz” diyorsunuz. Bu ifadeye dayanarak modern dünyadaki tıp bilimi ile dinî inancın, maneviyatın hiçbir zaman uyuşmayacağı inancının sarsıldığını söyleyebilir miyiz?

-Evet. Modern dünyamızda tıp ile inancın hiçbir zaman uyuşmayacak olan iki konu olduğu şeklinde eski bir inanç vardı. Söylediğiniz gibi o inanç bugün sarsıldı. Çünkü bugün manevî yaşantıların insan beyninde birtakım kimyasalları harekete geçirdiğini ve bu kimyasalların savunma sistemine yaptığı katkıyla hastalığın yenilmesine rol oynadığını biliyoruz. 2014 yılında Arizona Üniversitesi ve Kolombiya Üniversitesi’nin birlikte yaptıkları post pandemik materyalizm manifestosu var. Orada şöyle bir iddia var: ‘Şu anda bilim her şeye cevap veremiyor. Onun için bilimin sınırlarını genişletmemiz gerekiyor.’ ‘Bilimi başka alanlara ve menzillere taşımamız gerekiyor’ diyorlar. Bunu orada söyleyenler de sinirbilimciler, psikiyatrist ve psikologlardan oluşan bir ekip. Daha sonra bunlara mühendisler, genetik bilimciler, fizikçiler, ilahiyatçılar katılıyor. Evreni açıklamak için yeni bakış açılarına ihtiyaç var. Kuantum kuramını geliştiren Max Planck, ‘Evreni biz çözemeyiz çünkü evrenin içinden biri o sistemi çözemez. Sistemin dışından bir bakış gerekir’ diyor. Nörobilimde insan beyninin kapalı çevrim çalıştığı biliniyordu şimdi açık çalıştığını söylüyor nörobilim. Beynimizin üzerinde bir zihin, zihnin üzerinde de kuantum bir beyin olması gerekiyor şu anda. Tüm bilimler hakikate götüren bir havuzdur. Bir birinin alternatifi değil, tamamlayıcısıdır…

İnancın beyin kimyasallarına etkisinden bahsettiniz. Hasta kişi üzerinden ilerleyecek olursak bu nasıl gerçekleşiyor? Biraz daha açabilir misiniz?

-Hasta kişinin yaratıcının kendisine yardım edeceğine olan inancı, O’na güvenmesi, yalnız O’na inanması, yalnız O’ndan yardım istemesi, kendisini O’na teslim etmesi iyileşme beklentisini yükseltiyor. İyileşme beklentisinin yükselmesi de beyindeki serotonin, noradrenalin, nöropeptid gibi ruh halini düzenleyen salgıları arttırıyor. Bu salgıların artışı çeşitli yollarla savunma sistemini kuvvetlendiriyor. Böylece organizmamız kendi kendine yardım ve tamir işlevini başlatıyor.

Mevlana öğretisinde söz, ritim ve müziğin eşlik ettiği duaların “sufî meditasyon” şeklinde bugüne gelmesi ve Batı dünyasında rağbet görmesi tesadüfi değildir. Dua ve ibadete yoğunlaşmış bir hastayı gören hekim, o hastanın iyileşme ihtimalinin daha yüksek olduğunu da görür. Duanın bir kapı çalmak, bir yöneliş, iyi ve güzel olmaya zihinsel bir hazırlık olduğunu bilmek olumlu sonuçlarını beraberinde getirir.

İnsanları, toplumları şekillendiren yüce değerlerde aşınmalar görülüyor. Günümüzde manevî değerlerden maddi değerlere doğru bir yönelim var. Bu durum kanaatkârlık, yetinme ve şükretme gibi duyguları olumsuz yönde etkiliyor ya da tetikliyor. Minnettarlık, şükür ve şükürsüzlüğün ruh dünyamız üzerinde ne gibi etkileri var?

-Bu soruya yeterli cevap verebilmek için önce şükrü ve şükürsüzlüğü doğru anladığımızdan emin olmalıyız. Şükürsüzlük; ikramda bulunanı yalanlama anlamına gelir. Her ikram sahibi teşekkürü önemser. Yaratılışı bir ağaç olarak düşünürsek onun meyvesi de şükür olmalıdır. İnsana hayat verilmiş, mükemmel ve bilinç sahibi bir varlık olarak yaratılmıştır. Ayrıca kendisine birçok maddi ve manevî ikramlarda bulunulmuştur. Bu karşılıksız olmamalıdır. Teşekkür etmek canlıların yaşam meyvesidir. Bilinçli şükreden insanla bilinçsiz şükreden hayvan arasındaki fark gözden kaçmamalıdır. Bilinçdışı şükreden canlıların rızık peşinde koşmaları birer şükürdür. Tavuğun eşinmesi, akvaryumdaki bir balığın sürekli ağzı açık dolaşması, iştah ve istekle rızık takibi yapması aslında verilen ikramları sevme işaretidir ve bir çeşit şükürdür. İnsan ise bilinç sahibi olduğu için şükrüne vizyon katmalıdır. Kimin ikramı olduğunu düşünerek yiyip içmesi ilâhî hedefe daha uygun olur ve ilâhî rızayı dâvet eder.

Şükürsüzlüğün ölçüsü hırs ve doyumsuzluk iken şükrün ölçüsü yetinme, kanaat etme, razı ve memnun olmadır. Küçük şeylere şükreden ama büyük şeyler için de çalışan insan, kendisine yeni şükür kapılarını açar. İnsan madde, zaman, ruh boyutları ile birlikte duayı da bir yaşam boyutu olarak düşünebilirse hayatın akışında değerli ve faydalı bir konum almış olur.

------------------------------------

PROF. DR. NEVZAT TARHAN KİMDİR?

1952 yılında Merzifon'da doğan Prof. Dr. Nevzat Tarhan, 1969 yılında Kuleli Askeri Lisesini, 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesini bitirdi. GATA stajı, Kıbrıs ve Bursa kıta hizmetinden sonra 1982 yılında GATA'da Psikiyatri uzmanı oldu. Erzincan ve Çorlu'da hastane hekimliği sonunda GATA Haydarpaşa'da 1988 de yardımcı Doçent ve 1990 da Doçent oldu. Klinik direktörlüğü yaptı. 1993 te Albaylığa ve 1996 da ise Profesörlüğe yükseldi. 1996-1999 yılları arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesinde öğretim üyeliği ve Adli Tıp Kurumunda bilirkişilik yaptı. Kendi isteğiyle emekli oldu. 1998 yılında Memory Center of America'nın Türkiye temsilciliğini aldı.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, uzun yıllar büyük emekle ve araştırmalara dayanarak sürdürdüğü psikiyatri uzmanlığındaki bilgilerini 170’in üzerinde araştırma makalesine ve 70 adet kitap ve kitap bölümüne aktarmıştır. 70'e yakın WoS kapsamındaki dergilerde olmak üzere ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde yayımlanmıştır. Bu eserleri sayesinde Türkiye’de hem görsel hem de yazılı basında kendisini takip eden bir milyonu aşan okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Bazı kitapları İngilizce dışında Bulgar, Endonezya, İran, Arnavutluk, Azeri dillerine çevrilmiştir.

Psikiyatri uzmanı olması hasebiyle toplum hayatını da yakından gözlemleyen Tarhan, sosyal yaşamın doğru analizini yaparak “Toplum Psikolojisi” nin önemine her daim medyada değinmektedir.

Kitapları 1 milyondan fazla satmıştır. İngilizce ve Almanca bilen Prof. Tarhan İki çocuk babasıdır.

Halen; ÜSKÜDAR ÜNİVERSİTESİ Kurucu Rektörlüğü, Üst yönetim kurulu başkanlığı ve Türkiye'nin ilk nöropsikiyatri hastanesi olan NPİSTANBUL Beyin Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanlığı görevlerini yürütmektedir.