ŞARKININ sözleri gibiydi hayatı.
Penceresine kuş konmamıştı hiç.
Ona ötelerden selam getirmemiş, neşelenişleriyle kalbine ılık merhabalar iletilmemişti.
Kendi yalnızlığının dehlizlerinde karanlıklar içindeydi. Her gün daha fazla kararan bir karanlıktı bu.
Gözü hiçbir şeyi seçemiyordu. Nesneleri tanıyamaz olmuş, anlamlarını yitirmişti.
Teması kesilmişti varlıklarla. Dolayısıyla kendini de var kılamıyor, hayata mânâ katamıyordu.
Dahası kendini tanıyamıyordu. Adı neydi, sanı neydi veya var mıydı bilmiyordu artık.
Birileri için vaktiyle bir değer ifade ediyor muydu, bunu bile unutmuştu.
İşte bu sebeple şarkının sözleri gibiydi hayatı.
“Her gece daha yorgun, her sabah daha kırgın…”
…
YORGUNLUĞU bilinen yorgunluklardan değildi. Daha ötesinin de ötesiydi.
Bedeni artık kendini taşıyamıyordu. Hayrı kalmamıştı ayaklarının başına ve başının da ayaklarına…
Komut iletemiyordu beyni uzuvlarına. Varlıklarıyla yoklukları neredeyse aynı mesabedeydi.
Kopmuşlardı sanki ilgileri, iletişimleri. Ortak organize olamıyorlardı, oryantasyonları bozulmuştu.
Her bir uzuv kendi başınaydı ve nerdeyse onlarda daha önce birlikte hareket ettiklerini unutmuşlardı.
Üzerinden o kadar zaman geçmişti ki bu hallerinden artık isteseler bile bir muhabere, haberleşme tesis edemiyorlardı aralarında.
İşte bu sebeple şarkının sözleri gibiydi hayatı.
“Her gece daha yorgun, her sabah daha kırgın…”
…
RÜZGÂRI kesilmişti.
Ne onu hayata iten bir enerjisi vardı ne de daha geriye çekilmesini isteyen bir iradesi.
Mefluçtu. Tüm duyuları felce uğramış gibiydi.
Hissizleşmişti.
Duygulanım diye bir kavram âdeta dünyasından elini eteğini çekmişti.
Sevinmek nedir, coşku nasıldır unutmuştu.
Hüzünlenmek, ah hüzünlenmek…
O bile ne kadar değerliydi.
Esen rüzgârlar dalı ile yaprağını ayırmaz mıydı?
Hazan düşmez miydi baharına?
Karlar yağmaz mıydı başına üşütüp titreten…
Fırtınalara tutulduğu, saklanacak tenhalar aradığı vakitler olmamış mıydı?
Güneşli günlerde başkaları gibi binaların gölgelerinden yürümemiş miydi hiç?
Su içmemiş miydi pınarlara kapaklanıp avuçlar dolusu?
Sonra yüzünü yıkayıp serinletmez miydi diğer faniler gibi?
Ya da bir türkünün dizeleriyle ayrılığı demlemez miydi efkarına yaslanıp?
Şarkılarla kavuşmaz mıydı sevdiklerine?
Deniz kıyısını görmüş müydü mesela, martılara hiç mi simit atmamıştı saçlarını rüzgâra bırakarak?
Ezanlar dinlememiş miydi Üsküdar’ın minarelerinden yürekleri hoplatan?
Hiç mi koşmamıştı şadırvanlara abdestini tazeleyip camide cemaate yetişmek için?
İmamın okuduğu “Mihrabiye” ile dalmamış mıydı hiçbir zaman kalbinin derinliklerine?
Ya da bir dost sesi işitmemiş miydi arkasından “Hey” diye seslenen.
Veya bir el dokunmamış mıydı omuzuna kalabalıklar içinde pürtelaş bir yere yetişmek isterken?
Hatırlamıyordu gerçekten.
İşte bu sebeple şarkının sözleri gibiydi hayatı.
“Her gece daha yorgun, her sabah daha kırgın…”
…
KIRGIN MIYDI? Evet, çok kırgındı.
Herkese ve her şeye alabildiğine kırgındı. İnadına kırgındı. En çok da kendisine kırılmıştı.
Yaptıklarına, yapamadıklarına, umutlarına, umutsuzluklarına, sevdiklerine, sevemediklerine, sevip söyleyemediklerine, koştuklarına, kendisine koşanlara, ifade edebildiklerine, edemediklerine, bağrına bastıklarına, hak etmediklerini düşünüp uzak tuttuklarına, kuşlara, gökyüzüne, yağmura, güneşe, yola, yolculara, denize, nehirlere, geceye, yıldızlara, gündüze hasılı her şeye kırgındı.
Saçını sürekli taradığı elinin parmaklarına, düzeltilen saçlarının uçlarına bile kırgındı.
İşte bu sebeple şarkının sözleri gibiydi hayatı.
“Her gece daha yorgun, her sabah daha kırgın…”
Ve bir gün…
Kırgınlığına bile kırıldı. Derdine derman, yarasına merhem olmadığı için.
Sonrası mı?
Sonrasında kırılan kalplerin sultanının aşkı düştü yüreğine… Ve O’nun getirdiklerinin.
Ne bedeninde minik bir yorgunluk kaldı ne de kalbinde kıymık kadar kırgınlık…
Şarkı gibi olmaktan çıkıp kendisi hayatın neşeli bir şarkısı olmuştu.
Ya Selam!