Koronavirüs ile dünyamızın geldiği noktada artık yeni bir düşünce sistemi ve bunun sonucu olarak yeni bir ahlâk zorunlu hale gelmiştir. insanlık bugün insanı ayrıştıran, özne-nesne, üreten-üretilen gibi bölüştürücü dualist felsefeye kurban eden düşünce yerine ezberleri bozacak bir düşünceye ihtiyaç duymakta.
Koronavirüs ile dünyamızın geldiği noktada artık yeni bir düşünce sistemi ve bunun sonucu olarak yeni bir ahlak zorunlu hale gelmiştir. insanlık bugün insanı ayrıştıran, özne-nesne, üreten-üretilen gibi bölüştürücü dualist felsefeye kurban eden düşünce yerine ezberleri bozacak bir düşünceye ihtiyaç duymakta. Bunun için geçen iki asrın insanlığa dayattığı dogmatik değerleri, kalıpları, anlayışları ve fikirleri Hz. İbrahim'in putları kırdığı gibi fikri vechesiyle tuzla buz etmeliyiz. Adaletin, özgürlüğün ve selamın hakim olduğu bir dünya için geçen yüzyılın lanetli tarihinden kopmamız gerektiği inkar edilemez bir hakikat. Çünkü yeni bir dil, yeni bir fikir, yeni bir ahlak ve yeni bir insan inşa etmenin yolu ancak geçen yüzyılın bu tahakkümcü düşünce ve kültüründen kurtulmakla mümkündür. Bu geçen yüzyılın felsefesini bilerek ya da inkar ederek değil bilakis künhüne vakıf olarak yapılabilir.
Fransız düşünür John Holloway'in yıllar önce yazdığı 'İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek' adlı çalışması, yeni bir fikir için neler yapılması gerektiğini anlatan önemli kitaplardan biri. Çalışmasında sol ve marksist hareketleri ele alan Holloway, 'dünyanın ancak iktidar ile değiştirilebileceği' ezberini bozmaya çalışıyor. Holloway, devrimci veya siyasi yöntemlerle iktidarı ele geçirmeye çalışan sol ve marksist hareketlerin birbirlerini ihanetle suçlamalarına rağmen sonunda iki tarafın da bir şekilde iktidar ile sınandıktan sonra nasıl benzeştiklerini çok iyi irdeliyor. Tarihin insana 'dünyanın iktidarla değişmediğini/değiştirilmediğini' çok açık bir şekilde öğrettiğini belirten Holloway, felsefesi18. yüzyılda ortaya konan modern iktidarın bir fabrikaya benzediğini; ister devrim ve ister parti yöntemiyle iktidara gelen tüm sol ve marksit hareketlerin ve partilerin sonunda birbirlerine benzeştiklerini ve hatta özgürlük, adalet ve eşitlik adına iktidara gelenlerin nasıl birer zulüm makinasına dönüştüklerinin örneklerini de ele alıyor.
O halde buradan yola çıkarak diyebiliriz ki, dini cemaat, parti, hareket, grup ve tasavvufi grupların da burada oturup ibret almaları gereken birçok konu var. Geçen yüzyıldaki sol veya sağ düşüncelerden, gerçekte ikisi de bir paranın iki yüzünü temsil eder, etkilenen dini hareketlerin tamamen eski kirlerden arınıp, zihni putları kırıp yeniden iman etme vakitleri geldi geçiyor bile. Çünkü ister radikal ve ister ılımlı olarak adlandırılan tüm grupların hedefi iktidar olmak veya iktidar olmaya çalışan diğer düşüncelere çalım atmaktı. 'İktidar hedefimiz yoktu' diyen oluşumlar dahi dolaylı olarak destek verdikleri sol/sağ hareket ya da partiler aracılığıyla bir şekilde bu oyunun tam parçası oluyorlardı. Hem de küçük bir ticari amaç için. Çünkü ağabeylerin, hocaların veya şeyhlerin yerde oturma yerine koltuklara ve basit merkezler yerine lüks merkezlere ihtiyacı vardı. Hakikatte İslam tarihine de baktığımızda, ne Kur'an-ı Kerim ne de peygamberler bir iktidar vaadinde bulunmuyor. İslam'ın yaptığı fikri bir devrimdi yani kadim ezberleri bozmak, köhnemiş ve taşlaşmış düşünceleri kırmaktı. Bundandır ki, Hz. Muhammed (sav)'e Müşrikler 'iktidar' ve 'çok mal' vaaddettiklerinde, O (sav) 'Güneşi sağ elime ayı da sol elime verseniz vallahi davamdan vazgeçmem' demesinin içinde yatan incelik bunu gösteriyor.
80'li yıllar sonrası ortaya çıkan cihadi hareketler ve siyasi yapıları incelediğinizde içine gark oldukları hastalık ve başarısızların arkasında sol ve sağdan tevarüs edilen hastalıklar çıkacaktır. Elbette, kısmi başarıları inkar edilemez. Ancak genel anlamda baktığımızda dini kavramların içinin boşaltılmasından tutun ta nice gencin kaybını gözönüne getirdiğiniz de ortaya çıkan vakia ancak başarısızlıkla tanımlanabilir. İyi niyetle hareket eden cihadi hareketlerin fıkıhtan nasıl da uzaklaşıp barbarlaştıklarını mı, siyasi hareketlerdeki gençlerin ise fıkhi/dini değerleri koltukları uğruna nasıl uyarladıklarını mı konuşmalı? Ya da cemaatlerin ve tasavvufi hareketlerin nasıl ticari birer holdinge dönüştüğünü mü anlatmalı? Bence eksikleri ve zaafları tartışmak yerine artık kavi bir düşünce ortaya koymanın zamanı gelmiştir. Çünkü bu coğrafyada münazara usulü kaybolduğu için zaaflar ve eksikler tartışıldığında konu ithamdan öteye gidemiyor.
Filhakika, eksikler ve zaaflar artık herkesin malumu. Fakat sıkıntı bunlara çözümün nasıl olacağı konusunda kilitleniyor. Zira iki asırdır 'Müslümanlar neden geri kaldı?' diye tartışan ve bu kısır döngüden bir türlü kurtulamayan Müslümanların, bugün cahil-bilgili herkesin konuştuğu ve tartıştığı bir vasat dönüşmüştür. Bu husus Müslümanları bataklıktan kurtarmamış bilakis daha çok bataklığa sevk etmiştir. En küçük meselelerin bile nasıl abartılıp ayrışmalara neden olduğunu son 30 yılda görmedik mi? Fikri olarak bir ve hatta aynı kitapları okuyanların tali meselelerde nasıl ayrıştıklarını görmedik mi? Bu kadar fazla dini cemaatin varlığı bize bunu çok iyi göstermiyor mu? Artık bunların birer cemaat veya tasavvufi grup olmadıklarını kabul etmeliyiz. Bunları Müslümanların geliştirdiği 'El Milel ve'n Nihal' düşüncesiyle ele alırsak bunların hepsi birer mezheptir. Çünkü cemaat birleştirir ve 'Sevad-ı Azam'a sahip çıkar. Bütün bu anlayışlar, ümmeti bölmekle kalmıyor, birbirine düşman haline dönüştürüyor.
Hasılı kelam, dini değerleri çiğneyen, Ümmeti ayrıştıran, batının kölesi olmuş ve halkını katleden modern firavunlardan, nemrutlardan, cuntalardan kurtulmanın yolu küçük bir fikri kıvılcım ile olur. Latin Amerika, Afrika, Ortadoğu ve Asya'da insan onurunu aşağılayan ve katleden küresel güçlerle mücadelenin yolu da iktidardan değil insanı müdafaa eden ve insan ile Yüce Allah arasındaki tüm putları kıran kavi bir düşünceden geçiyor. Müslümanlar bunun nasıl olacağını çok iyi biliyor olmalı. Çünkü Kur'an-ı Kerim bunun örnekleri ile dolu ve Hz. Peygamber (sav)'in hayatı da bunun mücessem halini bize çok iyi ortaya koyuyor. Önemli olan Bektaşi usulü naslara yaklaşmak değil, şümullü bir bakış ortaya koymaktır. Bugün tüm dini yapılar 'ey grubumun mensupları' yerine 'Ey Müslümanlar!' diye hitap etmesini bilmeli ve tüm İnsanlığa olan mesajını da 'Ey İnsanlar!' diye hitap ederek sunabilmelidir. Çünkü bugün insanlığı toptan zehirlemeye and etmiş küresel şirketler yerine, her insanın hakkını savunan ve Japonya'dan Latin Amerika'ya, her insanın anlayacağı dili kullanan Müslüman düşünürlere ihtiyacımız var. Bu dili inşa ederken de, farklılıkları yok etmemeli ve dinlerin birliği, mezheplerin birliği gibi bir zevzeklik çukuruna da düşmemeliyiz.