Üniversitenin sonuna doğru kendimi çok birikimli ama biraz da yorgun hissediyordum. Bir yanda Türkiye’de 28 Şubat 1997 sonrası iptal edilen diplomalarımızı düşünürken diğer yandan da üniversitede okuyan ümmetin gençleri ile birlikte ortak hareket ederek işler yapamayışımıza üzülüyordum.
Kalktım ve hızlı adımlarla okula doğru yürümeye başladım. Bir yandan umutsuz gibiydim ama diğer yandan güzel hava sayesinde sanki bir müjde gelecekmiş gibi hissediyordum.
Her taraf pırıl pırıldı. Öğlen sıcağı henüz başlamamıştı. Haftalardır yağan muson yağmurları sonrası eteklerinde yaşadağımız Margala dağları ve etrafındaki ormandan yayılan başdöndürücü rayihalar bütün benliğimi sarıyor ve sanki üzülmemem için ruhuma sükunet üflüyordu. Okulun yurdu bir ormanın içerisinde olduğu için her tarafımız jangıl tarzı bir orman ile sarılıydı. Ormanın içinden binbir çeşit hayvan her an size merhaba diyebilirdi. Coşkuyla alıp kabul edivermeliydiniz bu sürprizleri.. İşte o gün International adını verdiğimiz cafeden üniversiteye doğru yol alırken, bir anda önümden bir domuz sürüsü çıkıvermişti. Korkuyla geri çekilip sürünün geçmesi bekledikten sonra okula doğru yürümeye devam ederken bir yandan da tebessüm ediyordum. Ne sürprizdi ama! O esnada kulağıma benden önce okula sonuçları görmeye giden Serdar Demirel ve Şahin İbrahim ağabeylerin sesleri gelmeye başlamıştı.
'Turan… Turan…' diye sesleniyorlardı. Çağrı seslerinde ki tonlamanın zihnimde oluşturmuş olduğu kocaman bir heyecan ile koştum yanlarına. Şahin İbrahim ağabey bir anda sarıldı bana 'tebrik ediyorum seni' dedi. Serdar ağabey de tebrik etti ve gururla omuzlarımdan tutarak 'Senin bu imtihanı kazanacağını biliyordum' dedi. Allah'ım bu bir rüya mıydı? Sanki jangılların içinde geçirdiğim binbir gecenin masalsı bir sürpriziydi yaşadığım. Ayaklarımı hissetmediğime göre o an yere basmıyordum herhalde. Heyecandan uçuyor olabilirdim. 'Abiler emin misiniz? Hakikaten kazandım mı?' dedim. Serdar ağabey orada master yaptığı için hocaları tanıyordu ve bir çoğuyla yakın dost olmuşlardı. Hocalara da sonuçları teyid ettirdiğini söyleyince değmeyin keyfime.. Bu günü bayram mı ilan etseydim ne…Havam yerindeydi, keyfime diyecek yoktu. Derin bir ohh çektim bütün hücrelerimle şükrederek… O kadar mutluydum ki, kelimeler kifayetsiz kalıyordu mutluluğumu anlatmaya.. Bir anda Serdar ağabey bana döndü 'Turan, altı kişi kazandınız ama sözlü imtihanda üç kişi elenecek. Şimdi sözlü imtihana hazırlanmalısın çünkü iki günün var' dedi. Bu söz üzerine sevincim biraz hız kesse bile yine de çok mutluydum.
'Hadi gelin International'da size sütlü çay ısmarlayayım' dedim…
Çaylarımızı yudumlarken Serdar hoca: 'Bu imtihan genel kültür üzerine idi. Senin Arapçan ve İngilizcen zayıf olabilir ama genel kültürünün iyi olduğunu bildiğimden kazanacağına inancım tamdı' dedi. Hakikaten de öyle olmuştu. Beni onure ederek mutluluğuma tekrar katkı sağladı. Lise yıllarımda okuduğum kitaplar bugün Pakistan'da üniversiteye giriş sınavında işime yarıyordu. Biliyordum, hiçbir şey boşuna değildi bu hayatta, heybemi nefes aldığım her dakika durmadan doldurmalıydım.
Artık sırada aşmam gereken bir tek sözlü imtihan vardı. İki gün sonra sözlü imtihan için kararlı adımlarla okulun yolunu tuttum. 5 hocanın önünde imtihana gireceğim sınıfa doğru heyecanla ilerledim. Kapıda sırayla içeriye alınacak öğrencilerin listesi vardı. Listeye hızlıca göz attım, listenin ortalarında ismimi seçivermişti bakışlarım. Birkaç saat süren heyecanlı bekleyiş sonrası sözlü imtihan için sınıfa girdim. İşte o an gelip çatmıştı. Hocalar karşımda sıralanmış teker teker sorular soruyorlardı. Önce adımı, ülkemi, umutlarımı ve hedeflerimi sordular. Bildiğim kelimelerle dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Sonra İslam tarihi ve fıkıhtan sorular sordular. Ben de cevaplarını vermeye çalıştım. Sözlüdeki asıl sorumlu hoca; 'bu fıkhî soruyu nereden bildin?' dedi. 'Türkiye'de iken okumuş olduğum Türkçeye tercüme edilmiş olan Mısırlı alim Seyyid Sabık'ın 'Fıkhü's Sünne' adlı kitabından' diye cevapladım. Soruyu soran hoca da meğer Mısırlıymış. 'Peki, Seyyid Sabık'ın kitabını nasıl buldun?' diye sordu. 'Hocam bu kitabı üç kez okudum ve istifade edebilmek adına neredeyse ihata ettim' dedim. Hocanın yüzünde bir tebessüm belirdi. 'Evlat Seyyid Sabık benim hem hocam hem de manevi babamdı' dedi ve ekledi: 'Genç yaşına rağmen bu kitabı okumuşsan tebrik ediyorum. Senin gibi gençler bu okulda okumayacak ise kimler okuyacak' dedi. Ve beni mesrur edecek sözünü dile getirdi: 'Haydi çık bakalım, sözlüyü de kazandın. Rabbim utandırmasın.'
Benden önce imtihana girenlere kazandıkları bildirilmediği için sözlü imtihandan kazandığını bilerek çıkan tek kişi bendim. Sınıftan çıkarken kalbim yerinden fırlayacak gibiydi, Rabbime hamd ede ede çıktım. Okulun yurduna doğru koşarak gittim. Bu sevincimi tüm dostlarımla paylaştım. Her ülkeden öğrenci arkadaşların tebriğini almıştım. Ve artık okullu olmuştum…
OKULUN KENDİSİ BİR AKADEMİYDİ
3 dönem İngilizce-Arapça dil öğretimini iki dönemde bitirdim. Arapça dil derslerinin en favori hocası Mısırlı Ekrem hoca idi. Bugün Türkiye'de yaşayan Ekrem hoca bir çocuğa dil öğretir gibi bize Arapça öğretiyordu. Sokağa çıkarır, yolda gördüğü her cismin Arapçasını söyler ve bize tekrarlatırdı. Arapça şarkılar ve şiirler ezberletir, her gün bize onları söyletirdi. Bir çocuk gibi şendik dil öğrenirken sayesinde. İngilizce dersimize giren Pakistanlı hocamız ise Londra'da büyümüş ve İngiliz üniversitelerinden mezundu. İngilizler gibi mimik hareketleri yaparak bize İngilizce öğretmeye çalışırdı. Ciddi biriydi ama her gün bir fıkra ile ingilizce derslere başlardı. Tebessüm edenlere, 'haydi bakalım ingilizceyi öğreniyorsunuz' derdi. Bir gün fıkrasına kahkaha attığımız bir derste: 'Tebrikler çocuklar artık İngilizce'yi öğrendiniz' demişti çünkü herkes o gün fıkrayı anlamış ve yüksek sesle gülmüştü.
Filistin doğumlu Amerikalı ünlü Müslüman düşünür Prof. Dr. İsmail Farukî ve ekibinin hazırladığı program çerçevesinde verilen derslere girmeye başladık. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam, akaid ve tasavvuf derslerini Arapça okuyor, sosyoloji, psikoloji, felsefe ve dinler tarihi derslerini İngilizce, siyer, mantık ve İslam medeniyeti tarihi derslerini bir dönem Arapça diğer dönem de İngilizce okuyorduk. Dersler, konular ve kaynaklar o kadar iyi seçilmiş ki bir yandan kadim metinleri okuyor diğer yandan günümüz muadilleri ile karşılaştırmalar yapılıyordu. Farukî'nin 'Islamization of Knowledge' 'Bilginin İslamîleştirilmesi' fikri, bilgiyi batılı vasfından kurtararak ona İslamî bir hüviyet kazandırma çabası güdüyordu. Farukî'nin bu çalışması sonradan bazı tenkitlere maruz kalsa da iyi bir çaba olduğu için bütün insanlar tarafından kabul ediliyordu. Farukî 1986 yılında Amerika'da evinde bir Ramazan günü iftarını açtıktan sonra Siyonistler tarafından silahlı saldırıya uğradı, o ve eşi orada şehid oldu. Kızı ise bu saldırıdan yaralı olarak kurtuldu.
Üniversitemizde 135 ülkeden öğrenci vardı. Dünyanın hemen her yerinden rengarenk ve tipi tip insanlar. Bütün Müslüman ülkelerden olduğu gibi Çin'den Güney Afrika'ya, Latin Amerika'dan Avustralya'ya, Avrupa'dan Amerika'ya ve Rusya'ya Müslüman azınlıkların yaşadığı ülkelerden de nice gençler okuyordu üniversitemizde. Hemen her ülkeden öğrencilerle dostluklar kurmuştum. Sonradan Müslüman olmuş Aborjin, kızıldereli ve Latinolar vardı. Afrika'nın hemen her büyük kabilesinden gençler okuyordu, Maldiv adalarından, Madagaskar, Fiji adaları ve Komor adalarından da arkadaşlar vardı. Maldiv adalarından olan arkadaşlar kurduğum yakın arkadaşlıktan dolayı ülkelerinden gelen enfes somon balıklarından sık sık kutu kutu getirir bana da ikram ederlerdi. Güney Afrikalı efsane lider Nelson Mandela'nın hapis arkadaşı olan Müslüman bir alimin genç çocuğu da bizimle okuyordu. Yaşadıkları Güney Afrika devriminin olup biten detaylarını nerdeyse her gün dinledik. O arkadaş daha sonra babasının önerisi üzerine okulu son sınıfta bırakıp siyasetçi olmak için ülkesine dönmek durumunda kalmıştı.
Müslüman ülkelerden gelenler hemen hemen ya o ülkelerdeki dini cemaat liderlerinin çocukları ve cemaat mensupları ya da o ülkelerin üst düzeyi siyasi ve kabilelerin çocuklarıydılar. Böylece dünyanın her yerindeki İslami cemaatleri tanıyor ve o ülkeler hakkında bilgiler alıyorduk. Filipinlerdeki Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) lideri rahmetli Selamet Haşimi'nin kurduğu cemaatten Endonezya'daki Nahda ve Muhammediye Cemaatine, Hind alt kıtasındaki Brelvi ve Diyobendi cemaatlerinden Kuzey Afrika'ya dünyanın her yerinden İslamî cemaatlerin mensupları burada okuyordu. Hatta sınıfımızda 'Bismillah Can' adında biri vardı. Daha sonra Taliban'ın üst düzey liderlerinden biri oldu. Hind alt kıtasının bazı bölgelerinde Müslümanlar çocuklarına isim takarken genelde Kur'an-ı Kerim'in herhangi sahifesini açar ve gözü kapalı parmağıyla bir yere dokunur ve denk gelen ismi çocuklarına takarlardı. Bismillah Can'ın ismi de babasının parmağı besmelenin üzerine denk geldiği için verilmişti. Biz de onu muziplik olsun diye genelde 'Bismillahirrahmanirrahim' diyerek çağırırdık.
Avrupa'dan, Amerika kıtasından, Avustralya'dan, Rusya'dan ve Afrika'nın Müslüman olmayan ülkelerinden gelenler ya Müslüman ailelerin çocuklarıydı ya da sonradan Müslüman kişilerdi. Balkanlardan, Kafkaslardan ve Türkî Cumhuriyetlerin hemen hepsinden de yüzlerce genç okuyordu bu üniversitede. Resmen bir Birleşmiş Milletleri andırıyordu. Ümmetin tüm fertleri buradaydı adeta. Zaten geçmişte bu üniversiteden mezun olan arkadaşların hemen hepsi bugün kendi ülkelerinin önemli konumlarında görev ifa ediyorlar.
Gazetecilik mesleğimi profesyonel olarak icra ettiğim dönemlerde veya bugün ziyaret ettiğim yüze yakın ülkede bu arkadaşlarım sayesinde çok şeyler öğrendim.
Üniversitenin kız bölümü de vardı. Oradaki öğrenciler ise daha çok Afrikalı, Çinli, Orta Asyalı ve Pakistanlı öğrencilerden oluşuyordu. Diğer ülkelerden çok az öğrenci vardı. Türkiye'den ise genelde evli olan bazı arkadaşların eşleri ya da kız kardeşleri okuyordu.
İSLAM DÜNYASININ BÜYÜK DÜŞÜNÜRLERİ BURADA
Üniversitemizde İslam dünyasının çok iyi tanınmış üniversite hocaları eğitim veriyordu. Üniversitemiz hocalara çok iyi maaş verdiği için üniversitenin ismini duyan tüm akademisyenler burada ders vermek için başvuruda bulunuyordu. Hocalar hem İslam İşbirliği Teşkilatı hem geldikleri ülke hem de Pakistan hükümetinden maaş alıyorlardı. Aynı zamanda hocaların ev kirası başta olmak üzere diğer masrafları da okul tarafından karşılanıyordu.
Kimler yoktu ki; mesela İslam dünyasının ünlü Fıkıh alimlerinden Hüseyin Hamid okulumuzun rektörüydü. Okulumuzda ders verdiği gibi ayda bir kaç kez Batı üniversitelerine de gidip ders veriyordu. Hoca ailesinden zengin olduğu için okulun verdiği maaşı ihtiyaç sahiplerine ve öğrencilere burs olarak verilmesini istemiş. Bunu öğrendiğimde çok duygulanmıştım.
Iraklı ünlü hadis alimi Dr. İyade el-Kubeysi'den Sri Lankalı dinler tarihi uzmanı Prof. Dr. Deen Muhammed'e, Mısırlı ünlü Kelam alimi Hasan Şafii'den bugünün El Ezher Şeyhi Tasavvuf ve Felsefe uzmanı Prof. Dr. Ahmed Muhammed et-Tayyib'e kadar onlarca tanınmış hoca vardı. Okul islam dünyasından hocaları getirirken, özellikle alanında kendini ispat etmiş ve uzman olduğu konuda kitap telif etmiş hocaları da tercih ediyordu. Bu sayede bizler de İslam dünyasının bütün ilim adamları ile tanışmış oluyorduk.
Hemen her üç ayda bir de, İslam dünyasının farklı alanlarda tanınmış ilim ve bilim adamları seminer için üniversiteye davet ediliyordu. Bizler de böylece hocamız olmayan ancak bilinen bu çok önemli isimleri bu seminerler aracılığıyla tanımış oluyorduk.
İranlı düşünür Seyyid Hüseyin Nasr'dan Yemenli alim Abdülmecid Zindani'ye kadar birçok ismi böylece yakından tanıma imkanımız oldu.
Derslerimiz hep heyecanlı geçiyordu. Mutlaka derslerde hocalar ile tartışan öğrenciler olurdu. Hatta bazen belirli gruplar toplu şekilde dersleri protesto ediyordu. Çünkü hocalarımızın bazıları gelenek yanlısı idi ve selefi düşüncedeki gençleri, modernist görüşleri benimseyenleri sert bir dille eleştiriyorlardı. Bu düşüncedeki gençler ise gelenek yanlısı hocaların dersinde hep münazara çıkarıyorlardı. Selefi ve modernist düşünceyi benimseyen hocaların derslerinde de tasavvuf ve fıkhî ekollerin müntesibi öğrenciler ciddi münazaralar yapıyorlardı. Dersleriminizin en güzel yanı ise hocalarımızın bu gençleri sabırla dinlemeleri ve onlara cevap vermeye çalışmalarıydı. Belki de bu münazaralar sayesinde derslerimiz hem verimli geçiyor ve hem de herkes kütüphaneye gidip kendi reyini ve diğer reyin delillerini okumak için istifadeli vakit ayırıyordu. Okulumuzda aynı zamanda Umman'dan gelen öğrenciler de vardı. Umman devletinin bir Haricî devleti olduğunu ve bin yıldır varolan bir devlet olduğunu o zaman öğrenmiştim.
Ummanlılar, Haricîliğin İbadiye mezhebi koluna bağlılar. Geçmişte Kuzey Afrika ve Orta Afrika'da ciddi etkisi olmuş bir devlet ve mezhep. Kuzey Afrika'dan gelen öğrenciler arasında Zahiri mezhebine mensup öğrenciler vardı. Onlardan da Zahiri mezhebinin kurucusu Davud ez-Zahiri ve Endülüslü ünlü İslam alimi İbn-i Hazm'ın görüşlerini detaylı şekilde öğrenmiştik.
Sosyoloji, psikoloji, felsefe ve dinler tarihi derslerimize giren hocalar da alanlarında uzmanı insanlardı. Çoğu Batı üniversitelerinde master ve doktora yapmış hocalardı. Dünyaca tanınan Müslüman düşünürlerdi. Sri Lankalı dinler tarihi hocamız Prof. Dr. Deen Muhammed'in üzerimizde etkisi çok büyüktü. Çok kitap okuyan biriydi, birçok dil bildiği gibi sanskritçenin birçok lehçesine de vakıftı. Hind alt kıtasının dinleri Hinduizm, Budizm ve Jainizm vb. dinlerin liderlerini tanıyordu. Onlar bile birçok konuda sıkıştıklarında hocamızın reyine başvururlarmış. Felsefe ve psikoloji derslerimiz de çok tantanalı geçerdi. Hocalar ortaya belirli sorular atar gençlere tartışmalarını söylerlerdi. Gençlerin bazıları 'bu görüşleri tartışmak küfür' diye terkederdi.
'SPARK VE EL-LEM'A' DERGİSİ
Üniversitede derslerimiz ve günlerimiz hararetli bir şekilde devam ederken bir an şöyle bir düşünce içerisine girdim ve: 'Ümmetin bütün gençleri burada ise neden ortak hareket edilmiyor? Neden burada ortak vizyon ortaya konulmuyor?' sorularını sormaya başladım. Dini cemaatlerin bu durumun önündeki en büyük engel olduğunu farkettim. Çünkü dünyanın her yerinden buraya gelen bu gençlerin bir araya gelmesini cemaatler istemiyordu. Olur da farklı düşünceden etkilenirler diye cemaatler bazı üst düzey liderlerini bu gençleri kontrol etmeleri için buraya göndermişlerdi. Afrikalı ve Müslüman olmayan ülkelerden gelen gençlerin yalnızlığı beni oldukça rahatsız ediyordu. Buna bir çözüm bulmak için Pakistanlı ünlü düşünür Enis Ahmed beyle istişare ettim. Bu öğrencileri bir araya getirmek için bir çalışma yapmak istediğimi söyledim. O da yapacağım her işte beni destekleyeceğini söyledi.
Üçüncü sınıfta iken Enis Ahmed beyin başkanlığını yaptığı Dava Akademide de bir müddet dersler vermeye başlamıştım. Bu akademi dünyanın farklı bölgelerinde Müslüman olmuş insanları buraya getiriyor, İslam hakkında 1 aylık dersler verip ülkelerine gönderiyordu. Bu akademide verdiğim dersler sayesinde Avrupa'dan Latin Amerika'ya yeni Müslüman olmuş birçok isimle tanışma imkanım oldu. Bunlardan bazıları ünlü politikacı ve sanatçılardı. Bu Müslüman olan sanatçılardan bazıları Müslüman olmadan önce Türkiye'de verdikleri konserleri anlatıyorlardı bana. Antalya ve İstanbul'un güzelliğinden konuşuyorduk onlarla. İstanbul'daki ezanın onları nasıl etkilediğinden de bahsediyorlardı.
Bir gün Enis Ahmed beye gittim. 30 ülkeden zeki gençleri seçip bir çalışma başlattığımı söyledim ve onlarla bir dergi çıkarıp ümmetin gençlerini bunun etrafında toplamak istediğimi söyledim. 'Olur ama bu ciddi bir maddi külfet' dedi. 'Buradaki ümmetin gençlerini hareketlendirmenin ve onları faal hale getirmenin bir yolunun da medya olduğunu' söyledim. Bunun için iki ayda bir hem Arapça hem de İngilizce bir dergi çıkaracağımı belirttim. Arkadaşları toplayıp görüşlerimi ilettim. Bosnalı Faruk Terzic ve Pakistan asıllı Amerikalı Jawad benim en büyük destekçilerim oldu. 30 öğrenciye konularını ve dergide alacakları rolü açıkladık. Kimisi yazı yazacak, kimisi bulmaca yapacak kimisi de gençlerden ülkeleri hakkında makaleler toplayacaktı. Pakistanlı ünlü bir gazeteci ağabeyden de bu konuda destek aldık. Kendi matbaasında basacak biz de dergiyi satıp parasını ödeyecektik. Bizdeki azmi görünce kabul etmiş ve bize destek vermişti. Derginin yarısı Arapça yarısı da İngilizce olacaktı. İngilizce 'Spark' ve Arapça ise 'el-Lem'a' adını koyduk. Manası her iki dilde de 'Kıvılcım' demekti. Çünkü biz ümmetin gençlerini harekete geçirecek bir kıvılcım başlatmak istiyorduk. İlk sayının baskısını arkadaşlar 500 olsun deyince ben 5 binde diretmiş ve daha sonra 3 binde karar kılmıştık. Derginin İngilizce tarafına Amerikalı ünlü Müslüman Malcolm X'in resmini koydurmuştum. İç tarafına ise Müslüman olduktan sonra Mekke'den ailesine yazdığı mektupları. Ben ise 'Ümmetin Gerilemesinin Sebepleri ve Materyalizmin İslam Dünyasındaki Etkileri' üzerine çok iddialı bir makaleyi Arapça kaleme almıştım. Yazılar toplandıktan sonra dergiyi baskıya gönderdik.
5 gün sonra gidip 3 bin adet dergimizi matbaadan aldık. Çok güzel bir baskı olmuştu. Heyecandan yerimizde duramıyorduk. O gece heyecanımdan sabah olana kadar bir sağ bir sola dönmüş heyecanımı uykuya bir türlü teslim edememiştim. Bir gün sonra sabah erkenden okula gittiğimizde, üniversitenin önüne masaları sıra sıra yerleştirdik. Öğrenciler geldiğinde dergiyi görsünler ve de satın alsınlar diye dergileri özenle dizdik. Üç bölgeye arkadaşları dağıttık ve her gruba biner adet bıraktık. Ben, Faruk, Jawad ve Afganistanlı zeki arkadaşımız Abdulcelil cafeye geçmiştik ve olanları oradan izleyecektik. Sabah 8'den sonra öğrenciler gelmeye başladı. Gelenler masalara geçiyor ve dergileri inceliyordu. Biz de uzaktan öğrencilerin tepkilerini izliyor ve farklı ülkelerden öğrencileri yanımıza çağırıp izlenimlerini dinliyorduk. Herkes çok olumlu karşılıyor ve teşekkürlerini sunuyordu. Bir mucize gibi öğlen olmadan bütün dergileri satmıştık. Bütün üniversite dergileri konuşuyordu. Dergi çıkarmama karşı çıkan bölüm başkanları ve dekanlar tek tek beni odalarına davet ediyor ve 'Turan, okul yönetimine derginin bizim başkanlığımız ya da dekanlığımızın tarafından desteklendiğini söylersen, sana her türlü istemiş olduğun desteği veririz' diyorlardı. Ben de arkadaşlarla durumu istişare edip bunu kabul etmeyeceğimi bildirdim. Çünkü bu çalışma idealist gençlerin kendi emeklerinin ürünüydü ve kimseden destek görmemişti. Gelen çok talep üzerine 2 bin adet daha bastık ve onları da sattık.
Bir gün beni çok mutlu eden bir olay gerçekleşti. Afrikalı bazı öğrenciler derginin kapağını beyaz tişörtlerinin üzerine baskı yapmışlardı. Bu beni ve ekip arkadaşlarımı çok mutlu etti. Bu başarının ardından okulun bütün bölümleri dergi basma kararı aldı. Hatta orada bulunan cemaatler de dergi çıkarma kararı aldı.
Üniversitenin ilk dergisini biz çıkarmıştık ve bizden sonra bu sayı 20'yi buldu. Biz daha sonra Jawad isimli arkadaşın önerisi üzerine matbu baskıyı bıraktık ve öngörülü davranarak daha o zamanda internet dergiciliğine başladık. Böylece hem okulun ilk web sitesini biz kurmuş olduk hem de ilk online dergiyi de yine biz çıkarmış olduk. Böylece çok iyi bir webmaster olan Jawad sayesinde 1997 yılında internet medyacığılını keşfetmiştim. Daha sonraki yıllarda Türkiye'de kurduğum 15 dilde yayın yapan 'Dünya Bülteni' ve 'Timeturk' sitelerinin de arkasında o dönem elde ettiğim bu güzel tecrübemin faydası var.
PAKİSTAN'DA YOLCULUK VE GEZİ
Yaz ve kış tatillerinde fırsat bulunca arkadaşlarla Pakistan'ı geziyorduk. Pakistan'ın hemen hemen her şehrini gezmiştik. Gezi kültürü ufuk açıcı oluyordu ve böylelikle vizyonumuz genişliyordu. Bundandır ki Türkiye'ye ilk döndüğümde arkadaşlarla bir araba tutmuş Türkiye'nin birçok şehrini gezmiş ve gezdiğimiz her şehirde çok güzel insanlarla tanışmıştık.
Pakistan Pencap, Sind, Serhad ve Belucistan olmak üzere dört eyaletten oluşan 200 milyon nüfuslu bir ülke. Kadim Hind medeniyetinin ünlü antik kenti Mohenco-Dero'dan tutun Badşahi Camii'ne, Şalemar Bahçeleri'nden K2 Dağı'na, büyüleyici Swat ve Hunza vadilerinden turistik Murree bölgesine, safarilerin yapıldığı Tar ve Haran Çölü'nden Hind okyanusundaki ticaret şehri Karaçi'ye kadar gezilmedik yer bırakmamıştık. Pakistan tabiat güzelliği ile her yıl milyonlarca turisti de çeken ülkelerden biri. Peştunların ağırlıklı yaşadığı Peşaver şehri bana kovboy filmlerini andırıyordu. Haydarabad şehrinin güzelliği ise bir başkaydı. Keşmir'e de birkaç kez gitmiştim. Keşmir'in Gilgit bölgesi güzelliği ile beni mest etmişti. Dağların zirvelerindeki çam ağaçlarının kokusu ve vadilerden akan Gilgit Nehri insanın ruhunda bambaşka bir etki bırakıyordu.
Üniversite yıllarımda yürümeyi çok seviyordum. Hele Margalla Tepelerine çıkan yoldaki ormanın patika yollarında yürümek muhteşem bir şeydi. Haftada birkaç gün İkindi Namazı sonrası Çorumlu Zekeriya ağabeyin bize öğrettiği yolda elimizde uzun sopalar ile patika yollardan Margalla Tepelerine çıkar ve bu tepelerin zirvesinden nefes kesici güzelliği ile İslamabad'ı seyrederdim. Dağların zirvesinden şehri ve insanları temaşa etmek hayatta en sevdiğim eylemlerden biridir. Tepelere çıkarken su kaynakları üzerinden geçmek ve bazen vahşi hayvanların her an saldırısına uğrayacakmış korkusunu yaşamak bile bizi yine yürüşümüzden alıkoymuyordu. Bir gün arkadaşlar imtihanlardan dolayı gelmediği için hemen hemen 3,5 saatlik bu yolu tek başıma yürümeye karar verdim. Vahşi hayvanlara karşı elimde sopamla yürüyordum. Yolu yarıladığım bir zaman diliminde taş yağmuruna tutuldum. Arkamdan bana onlarca taş atılıyordu. Arkama bakıyor ama kimseyi göremiyordum. Yürümeye başlayınca yine üzerime taşlar atılıyordu. Hızlı bir şekilde arkama dönüyorum ama kimseyi göremiyordum. Bazen Urduca, İngilizce ve Arapça bağırıyordum. Meydan okuyordum. Ama ses yoktu. Acaba arkadaşlarım bana şaka mı yapıyor diye düşünüyordum. Tabiki şaka yapıyorlardı canım yoksa başıma gökten taş yağacak değildi ya.. Eğildim ve bende elime taşları alarak tam dönüyor gibi yapmıştım ki; o da nesi? Üzerime doğru tekrar bir taş yağmuru başlamıştı.. Meğer bana taş atanlar bir maymun sürüsü imiş. Ben de elimdeki taşları onlara attım. Onlar hem eğleniyor hem de bana taş atmaya devam ediyorlardı. Bu eğlenceli taş saldırısından yaralanıp berelenmeden kurtulmanın tek yolu kaçmaktı. Ben de kaçmaya başladım, ne kadar koştuğumu hatırlamıyorum. Yurdun kapısına nasıl ulaştığımı anlamamıştım bile. Nefes nefeseydim. Kapıdaki -bekçilere Urduca'da amca manasına gelen 'Çaça' derdik- Çaça'ya yaşadıklarımı anlatınca kahkayı bastı, 'Evlat bu jangılda bunlar sık sık yaşanır. Maymunlar eğlenmek için bunu çok yaparlar. Onun için bir daha tek başına dağlara çıkma' dedi. O günden sonra tövbe edip bir daha yalnız başıma Margalla tepelerine çıkmadım.
Pakistan'ı gezerken en çok dikkatimi çeken şey ülkedeki camışların (mandaların) çokluğuydu. Tren veya otobüs yolculuklardında hemen her yerde su göletlerine içine gömülmüş ve gözleri ile etrafı izleyen camışları görüyorduk. Türkiye'ye Adnan Menderes döneminde de Pakistan'dan birçok camış gönderildiğini öğrenmiştim daha sonra. Bingöl'den Aydın'a Türkiye'de bulunan camışlarımızın meğer getirildiği ülke Pakistanmış. Küçüklüğümde, canım halam her evine gittiğimde bana camış yoğurdundan ikram eder ve 'kaymağını da sana sakladım' derdi. Halamdan dolayı camışın sulu ortamı ne kadar sevdiğini de çocukluğumdan biliyordum.
FUAT SEZGİN VE MUHAMMED HAMİDULLAH
Üçüncü sınıftan itibaren okulun dersleri artık beni doyurmuyordu. Kendimi üniversitenin iki büyük kütüphanesine atıyor, orada kitaplarla vakit geçiriyordum. Farklı hocalardan aldığımız derslerimiz ilk başlarda zihinlerimizi darmadağın etse de bunun faydasını zaman geçtikten sonra görüyordum. Üniversite bize anahtarı vermişti ve gerisi artık bize kalmıştı: Kütüphanelerde vakit geçirmek.
Üniversitenin iki büyük kütüphanesi vardı. Biri benim nazarımda çok özeldi. Çünkü dünyaca tanınan ünlü Müslüman düşünürlerden Muhammed Hamidullah yıllarca emek verdiği kütüphanesini buraya armağan etmişti. O kütüphanede belki bugün hiçbir yerde olmayan el yazmaları arasında gezmek ayrı bir zevkti. Bir gün kitaplar arasında dolaşırken Hindistanlı bir prensesin 4 ciltlik Kur'an'ı Kerim tefsirine denk gelmiştim. Yine bir gün Hindistanlı bir alimin Arapça'nın zenginliğini göstermek için Arapça'daki 8 harfi kullanmadan yazdığı tefsire rastlamıştım.
Osmanlı'nın ve Türkiye'nin birçok aydınını bu üniversitede hakkıyla tanıma imkanım olmuştu. Bir hocamız bize 2018 yılında kaybettiğimiz Fuat Sezgin hocanın 'Muhadarat fi tarihi'l ulumi'l Arabiyye ve'l İslamiyye' kitabını okutuyordu. Ondan sitayişle bahseder ve 'Turan bu adamla tanışmalısın' derdi. Yıllar sonra Fuat Sezgin hoca ile tanışmış ve ona bu hikayeyi anlatmıştım. Çok mutlu oldu. Eşi Ursula hanıma anlattı. Sonra Süleymaniye kütüphanesini beraber gezdik. Birkaç gün boyunca ben, Fuat hoca ve eşi Ursula hanım ile İstanbul'u gezdik. Ursula hanım İstanbul çeşmeleri üzerine yaptığı tezi anlatıyor ve bu çeşmeleri onarmak için emeklilik maaşını ayırdığını anlatıyordu. Fuat hoca ile Endülüs'ten Timbuk'taya, Haydarabad'dan Süleymani'ye Kütüphanesine kitapları konuşuyorduk. Hoca bana gazeteciliği bırak gel Almanya'da benimle çalış önerisinde bulundu. Ben de nazik bir şekilde kabul edemeyeceğimi söyledim. Doğru mu yaptım, yanlış mı yaptım hala bilemiyorum. Ama hoca ile her görüşmemizde kitaplar üzerine yaptığımız seyr-ü sefer günüme başka güzellik katıyordu.
Bazı hocalarımız da bize son Osmanlı Şeyhü'l İslamı Mustafa Sabri Efendi'nin 'Mavkifu'l Akl' ve Osmanlı'nın son devir alimlerinden Muhammed Zahid Kevseri'nin Makaleleri başta olmak üzere kitaplarını okutuyordu.
Bir yandan okuduğum bölüm 'Usulu'd Din' -Türkiye'de karşılığı 'İlahiyat'- derslerine giriyor, diğer yandan dinler tarihi hocam Prof. Dr. Deen Muhammed'in tavsiyesiyle Dinler Tarihi ve Felsefe bölümünde çap yapıyordum. O yetmiyor master ve doktora derslerine de dinleyici olarak katılıyordum. Daha sonra Libyalı İsmail Giritli arkadaşın önerisi ile bazı hocalardan özel ders alıyor ve sonrasında icazet de alıyordum.
Hadis konusunda Mısırlı ünlü alim Demanhuri'den icazet almıştım. Fıkıh'ta üstad Kubeysi'den dersler almıştık. Farklı Arap ülkelerinden beş arkadaş ile hocalardan özel dersler alıyorduk. Sabahın erken saatlerinde ya da akşamları hocanın evine ya da evinin yakınındaki bir camiye gidip dersler alıyorduk.
Yine bir gün tefsir konusunda çok iyi olan bir hocamı özel tefsir almak için ikna etmiştim. Derse beni tek davet etmişti. Her evine gittiğimde eşi özel yemekler yapıyordu. Yemek sonrası hoca ile Tunuslu ünlü alim Tahir bin Aşur'un 'Et-Tahrir ve't Tenvir' isimli tefsirini okuyorduk. Çok iyi ders anlatıyordu hoca. Bir gün hoca kızıyla evlenmem için teklifte bulunda bana. Kızı Paris Sorbonne üniversitesi'nden mezundu. Okuduğumuz okulda da master yapıyordu. Hocaya ailemle istişare sonrası karar vereceğimi söyledim. Kabul etti. Konuyu biraz araştırınca çok sevdiğim Mısırlı doktora öğrencisi bir ağabeyin hocanın kızını çok sevdiğini ve istediğini ancak hocanın vermediğini öğrendim. Hocanın teklifini güzellikle redettim. Ancak o red ediş beni özel derslerden de uzaklaştırmış oldu. Benzeri bir olay daha şu şekilde başıma gelmişti. Somali'den ünlü bir kabilenin çocukları odamı ziyaret etmiş, benimle konuşmak istediklerini söylemişlerdi. Onlara sütlü çay yaptım ve sohbet etmeye başladık. Daha sonra içlerinden biri sözü evliliğe getirdi. Londra'da doğmuş büyümüş gençlerden biri meğer üniversitede okuyan kız kardeşiyle beni evlendirmek istiyormuş. Tekliflerini yapıp gittiler ve kabul etmez isem benimle konuşmayacaklarını söylediler. Bir gün sonra istişare sonrası olumsuz cevap verince teklif eden arkadaşlar benimle konuşmayı kestiler. Ancak yıllar sonra o arkadaşlarla İstanbul'da biraraya geldik. O günler bir anı olarak kalmıştı. Biz ise güldük ve eğlendik. O arkadaşlardan biri şimdi Cibuti'de bir üniversitede akademisyen diğerleri ise Somali'de siyasetle iştigal ediyor.
ÜNİVERSİTE'NİN SONUNA DOĞRU
Üniversitenin sonuna doğru kendimi çok birikimli ama biraz da yorgun hissediyordum. Bir yanda Türkiye'de 28 Şubat 1997 sonrası iptal edilen diplomalarımızı düşünürken diğer yandan da üniversitede okuyan ümmetin gençleri ile birlikte ortak hareket ederek işler yapamayışımıza üzülüyordum. Hiçbir zaman diploma gibi bir hedefim olmadı. Okumak ve araştırmaktı hep hedefim. Hem dinimi hem de dünyayı tanırken başkalarının kölesi olmamalıydım. Ölçüp biçebilmeliydim, tartabilmeliydim. Çünkü dinimiz bize bunu öğretiyordu. Bingöl Ticaret Lisesi mezunuydum. İslam Ekonomisi veya Ünlü bir film oyuncusu olmak için çıktığım yolda İlahiyat, dinler tarihi ve felsefe okumuştum. Her okuyuşum bana her geçen gün acı veriyordu. Ünlü İslam alimi Muhammed Hamidullah'ın kütüphanesindeki o değerli hazineleri okurken bir yandan acı yaşıyor bir yandan da ağlıyordum. Çünkü Kütüphaneden en çok istifade eden batılı oryantalistlerdi. 2 milyarlık ümmetin çocukları bu muhteşem kitapları sevmiyordu. Diploma alıp ülkelerine dönmek istiyorlardı. Ben de bir an önce okulu bitirip dönmek istiyordum artık.
Bir gün meşhur International denen cafede Endonezyalı, Sudanlı, batılı Müslüman gençlerle otururken, Mısırlı bazı kişiler gelip bize İslam'ı anlatmaya çalıştılar. Kimlik, pasaport, evlilik cüzdanı vb. resmi hüviyetler taşımanın küfür olduğunu söylüyorlardı. Ciddi ciddi tartışmaya başladık. İçlerinden biri pasaportunu yırttı 'bak ben taşımıyorum artık' dedi. Daha sonra Mısırlı 'Tekfirci' bir gruba mensup olduğunu öğrendiğim bu kişiler, Londra'ya gidip gelmişlerdi. Onlara karşılaştığımda 'Kardeşim hani pasaport taşımak küfürdü. Londra'ya ve Paris'e nasıl gidip geldiniz' diye çıkıştım. Yaşça benden büyüktüler. Biri gülerek bana doğru 'Müslüman uyanık olmalı' dedi. Bunlar üniversitede okumuyordu. Geçmişte Afganistan'a Cihad için gelmiş ama ülkelerine dönemeyen Araplardı. Ben de sert çıkışınca adamlarla kendimi boğaz boğaza buldum. Endonezyalı öğrenciler bizi ayırmıştı. Daha sonra bütün radikal örgütlerin Afganistan'dan batıya nasıl ve hangi pasaportlarla gittiklerinin hikayelerini öğrenince batının ileriye yönelik neler planladığını iyi anlamaya başlamıştım.
Vuku bulan bu ve benzeri durumlardan sonra bir gün aniden odama gidip çantamı hazırladım. Artık Türkiye'ye dönmeye karar vermiştim. Bir yanda 28 Şubat sonrası Türkiye'de yaşananlar… Erbakan hocanın askerlerle yaptığı bir toplantı sonrası medyaya yansıyan o terli çehresi beni kahretmişti. Kanadından vurulmuş bir kuş misali yüreğimde derin bir yangın hissetmiştim. Diğer yanda Müslüman öğrencilerin siyasi tartışmalara gark olmaları beni epeyce yormuştu. Üniversiteyi bitirmem için 4 dersin daha imtihanı kalmıştı. Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmiştim ancak ben çantamı toparlayarak yola çıkmaya niyet etmiştim. İslam dünyasının gözü Türkiye'deydi ama bizler bundan bîhaberdik.
Gençliğin umutlarını dizginleyenlere inat Türkiye'nin dirilişi tekrar şahlanmalıydı doludizgin.. Değil mi ki tüm engeller aşılmak için vardı, o halde dört nala koşturmalıydım atımı ülkemin her karış toprağında. Yürek yangınım yelelerini rüzgara karşı savurmadıkça feraha ermeyecekti. Ve ben, ülkemin en yüksek zirvesine çıkıp yeniden yeşeren umutları sevinçle ve şükürle temaşa etmeliydim. İşte bu düşüncelerle yola çıkıyordum. Okulun bahçesinde Türk arkadaşlar gitmemem için kapıyı tutmuşlardı bile.
Bakalım bu çelikten duvarı aşıp ülkeme dönebilecek miydim?