Tenha 138

Bir süredir bilim, akıl ve vicdan üzerine seri yazılar kaleme alarak ateizm, agnostizm ve deizm üzerine önemli sorgulamalar yapan akademisyen yazar Salahattin Altundağ Hocayı takip ediyorum.

Sosyal medya üzerinden yürütülen tozu dumana katan tartışmalara gördüğüm kadarıyla en ciddi sorgulama ve cevaplar buradan geldi. İlahiyatçıların yetersiz kaldığı bu tartışma hususunda Dr. Salahattin Altundağ ile uzunca bir söyleşi gerçekleştik. Devamını yarın yine bu sayfada okuyabilirsiniz.

----------------------

Yazı hayatınız nasıl başladı?

-Yazmak, benim için her zaman nefes almak gibi bir ihtiyaç oldu. Çocukluk yıllarımdan itibaren okumak, düşünmek ve yazmak hayatımın ayrılmaz bir parçasıydı; tıpkı su içmek ya da hava almak gibi. Bu süreçte yazılarım genellikle kendi dünyama aitti, dışa açılmayan notlar, düşünceler...

1989’da üniversitede hocalığa başladığımda, akademik yazılar hayatıma doğal bir zorunluluk olarak girdi. Ardından, 1995’lerde yerel ve bölgesel çapta geniş bir kitleye ulaşan bir televizyon kanalında üç yıl süren bir programcılık deneyimim oldu. O yıllar hem yoğun okumalar yapmamı hem de çokça yazmamı gerektiren bir dönemdi. 2018 yılına geldiğimizde ise “Sen Buna Değersin” adlı kitabım yayımlandı. Aynı yıllarda yayınevleri için editörlük yapmaya da başladım. O zamandan bu yana, mesleğim ve hayat şartlarım elverdiği ölçüde yazmaya devam ediyorum. Yazmak benim için sadece bir iş değil; aynı zamanda iç dünyamı ifade etmenin, öğrenmenin ve paylaşmanın en doğal yolu.

Selahattin Altundaş

Üniversitede hangi alanda ders veriyorsunuz?

-1989 yılından bu yana Diyarbakır’da bulunan Dicle Üniversitesi’nde görev yapıyorum. Akademik yolculuğum İşletme Anabilim Dalı’nda başladı ve Muhasebe-Finans alanında tamamladığım doktorayla şekillendi. 1990 yılından itibaren, bilgisayarlı muhasebe paket programlarına odaklanan dersler vermekteyim. Bu dersler, teknolojinin gelişimiyle birlikte bulut tabanlı ERP sistemlerini ve günümüzün ihtiyaçlarına uygun muhasebe yazılımlarını da kapsayacak şekilde evrildi.

Bunun yanı sıra, “e-Ticaret” ve “İletişim” gibi derslerde de öğrencilere rehberlik etmeye devam ediyorum. Tüm bu süreçte, öğrencilere sadece teknik bilgiler değil, aynı zamanda mesleki vizyon kazandırmayı da hedefliyorum. Eğitim hayatım, teknoloji ve bilginin bir araya geldiği bu alanlarda her geçen gün beni daha fazla geliştirmeye teşvik ediyor.

“Muhasebe Bilim Sözlüğü”, “Şirket Kurumlarının Yol Haritası” ve “İşletme Defteri” gibi konularda yazarken “Sen Buna Değersin” gibi bir kitapla bağımlılık konusuna nasıl geçtiniz?

-Bunlar, akademik hayatımın bir parçası olarak yazdığım kitaplardan sadece birkaçı. Ayrıca başka eserlerim de var ve hâlâ yazmaya devam ediyorum. Şu an ERP paket programları ve "İletişim" üzerine yeni kitaplar hazırlıyorum. Akademik çalışmalarımın dışında, yayınlanmayı bekleyen üç ciltlik bir “Cevşen” eserim, "Efendimizin Dilinden Ramazan ve Oruç" üzerine bir çalışmam ve ilkokul seviyesindeki çocuklarımız için “değerler”imizi içeren on bir hikâye kitabım bulunuyor. Tüm bu eserler, gün yüzüne çıkmayı bekliyor.

"Sen Buna Değersin" kitabımızın hikâyesi biraz farklı ve özel değil mi?

-Evet, Diyarbakır Valiliği'nin diğer resmî kurumlarla iş birliği içinde yürüttüğü, risk altındaki çocukların rehabilitasyonunu amaçlayan bir projenin sonucunda ortaya çıktı. Diyarbakır Emniyeti Çocuk Şube Müdürlüğü, sorunlu çocukların iyileştirilmesi için çalışmalar başlatmıştı. Ancak bu çocuklarla başa çıkılamadığı ve istenen sonuca ulaşılamadığı anlaşılınca, yerel televizyon kanalından beni tanıyan ilgililerin tavsiyesi üzerine, Valiliğin üniversitemizden talebiyle bu çocuklarla çalışmak üzere görevlendirildim.

Sen Buna Değersin kitabı

Ne kadar çocukla çalıştınız ve nasıl gelişti peki?

-2011-2013 yılları arasında, 1500'ü aşkın risk altındaki çocukla birebir çalışma fırsatı buldum. İki günlük, dörder saatlik görüşmeler sonucunda bu çocukların 1200'ünün olumlu yönde değişim gösterdiği duyulunca ve projenin başarıya doğru ilerlediği görülünce, bu durum dikkat çekti. İlgi duyanlardan biri de bir yayınevi oldu. İstanbul'dan Diyarbakır'a genel müdür düzeyinde bir ekip gelip bizimle görüştü. Bu başarının gerçek olup olmadığını sordular. Doğruluğunu öğrendikten sonra, bu deneyimi kitaplaştırmamız için ısrar ettiler ve böylece "Sen Buna Değersin" kitabımız doğdu.

Kitap aynı teveccühü gördü mü?

-Evet, kitabımızın gördüğü ilgi ve beğeni de bizi çok mutlu etti. Katıldığımız fuarlarda en çok satan kitap oldu ve okurlarımızdan aldığımız olumlu geri dönüşler sevincimizi daha da artırdı. Böylece, faydamız sadece Diyarbakır'daki 1200 riskli çocukla sınırlı kalmayıp, daha geniş kitlelere ulaşmış oldu.

Kim neye değer size göre?

-İnsan, yaratılmışların en değerlisi olarak, eşref-i mahlûkat unvanını taşır. Ancak bundan da öte, halife-i ruy-i zemin, yani yeryüzünün halifesi olma şerefine sahiptir. İnsan, bu hakikati idrak ettiğinde hem kendi değerini hem de bu değerle gelen sorumluluğunu anlamaya başlar.

Bir insan, halife olduğunu bilirse, her şeyin en güzeline ve en değerlisine layık olduğunu da bilir. Bu bilinç, ona sadece bir onur kazandırmakla kalmaz, aynı zamanda bir sorumluluk yükler. Çünkü insan, bir hayvan ya da bitki gibi yalnızca içgüdüleriyle hareket eden bir varlık değildir. Onun her adımı, her davranışı anlam taşır ve dikkat gerektirir.

İnsanın bu yüksek değer bilinciyle yaşaması, onu sadece yüceltmekle kalmaz; aynı zamanda hayatına anlam ve derinlik katar. İşte insan, bu şuurla hareket ettiğinde, yaratılışındaki o büyük değeri hem kendinde hem de çevresinde hissettirebilir.

Tılsımın ateşi yandığında ötekiler nasıl öteki olmaktan çıkıyor?

-“Tılsımın Ateşi”nin yanması, insanın içindeki samimi istek, gayret ve doğru niyetine bağlıdır. Rabbimiz, bizim niyetimize ve bu niyeti gerçekleştirme çabalarımıza bakar. Eğer bu dört temel unsur - istek, samimiyet, gayret ve sağlam bir niyet  bir araya gelirse, o ateş yanar ve karanlığı aydınlatır. Çünkü ışık yandığında karanlık zaten yok olur. Ötekilik, bir kişinin kendi benliğindeki kopuştan doğar. Ve aslında “öteki” diye bir kavram yoktur; yalnızca kendini ötekileştiren insanlar vardır.

İnsan, kendi içindeki bu uzaklaşmayı fark edip “Tılsımın Ateşi”ni yakmayı başarırsa, bu ateş hem onu hem de çevresini aydınlatır. Tıpkı bir ampulün önce kendini aydınlatması, ardından çevresine ışık yayması gibi. Bu ışık yayıldıkça, karanlık kaybolur ve insanlar, artık ayrılıklar yerine ortak bir ışık etrafında toplanmaya başlar. İşte bu yüzden, ötekileşmemenin ilk adımı, insanın kendi içinde başlamalıdır (kendini değerli bilme ve değer verme). Kendi benliğinde ışığı yakan biri, çevresindekileri de aydınlatır ve ötekilikten kurtarır.

Bir süredir “Risalehaber” sitesinde bilim, akıl ve vicdan üzerine seri yazılar yazıyorsunuz? Bu ihtiyaç nereden doğdu?

-Bilim, akıl ve vicdan üzerine yazılar yazma ihtiyacı, aslında hem kişisel bir gözlemden hem de toplumsal bir gereklilikten doğdu. Günümüzde, özellikle gençler arasında inançla bilim arasında bir çatışma olduğu algısı yaygınlaşmış durumda. Ateizm, agnostisizm ve deizm gibi fikirler, bu algıyı körükleyen unsurlar haline geliyor. Buna karşın, bu meselelerle ilgili yeterli rehberlik sağlanmadığını ve insanlara doğru bir bakış açısı kazandıracak kaynakların eksik olduğunu fark ettim.

Yazı dizisine başlamadan önce beni derinden etkileyen bir olay da oldu. Bir agnostik, sosyal medya platformlarından birinde İslamiyet ve Hazret-i Aişe (ra) annemiz hakkında kendi fikirlerini beyan etmiş ve bir tartışma ortamı oluşmuştu. Bu kişiyi dinlediğimde, hakaret etmediğini, sadece fikirlerini ifade ettiğini söylüyordu. Ancak, zımni olarak bu ifadelerde hakaretlerin bulunduğunu hissettim. Biz niyet okuyucu değiliz, ancak tartışmaların alevlenmesiyle birlikte bu kişinin aleni hakaretlerde bulunduğunu da gördüm. Bu durum beni çok rahatsız etti. Ayrıca, bu fikirlere kulak veren bazı kimselerin meyledebileceğini düşündüğümde, bir yazı yazma ihtiyacı hissettim. Ancak yoğunluğum nedeniyle bir türlü fırsat bulamıyordum.

Peki, sonra ne oldu?

-Daha sonra Ahmet Kavlak hocamızın bu tür meselelere yönelik çok güzel ve ikna edici videolarının yayınlandığını gördüm. Bu videoların yayılması beni rahatlattı ve bir süre bu meselelere doğrudan müdahil olma gereği duymadım. Ancak, yazı yazmam yönünde gelen talepler ve bu tür tartışmaların daha fazla kişiye ulaşıyor olması beni yeniden harekete geçirdi. “Bir iki yazı yazıp güzel bir pencere açabilirim” diye düşündüm. Fakat bu küçük başlangıç, gördüğü ilgi ve gelen taleplerle daha kapsamlı bir yazı dizisine dönüştü.

Maksadınız neydi tam olarak?

-Amacım, bu yazılarla bilim, akıl ve vicdan ekseninde bir bakış açısı sunmak ve hakikati arayan herkesin zihninde bir pencere açmaktı. Çünkü iman, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda bir düşünce, sorgulama ve anlayış meselesidir. İnsan, bilimle düşünür, akılla sorgular ve vicdanıyla hakikati bulur. Risale-i Nur’un rehberliğinde, bu üç unsuru birleştirerek modern dünyanın sorularına samimi ve ikna edici cevaplar sunmaya gayret ediyorum.

Neden bu seri yazınızda “sandalye” metaforu kullanıyorsunuz?

-Belki de bir eğitmen refleksiyle, her seviyeden insanın anlayabileceği, hayatında sıkça karşılaştığı ve deneyimlediği basit bir metafor arayışına girdim. Düşünürken, en sade ve tanıdık şeylerden biri olan “Sandalye”nin bu felsefi konuları (ateizmin, agnostisizmin ve deizmin olduğu bir fikir dünyasını) anlatmak için uygun bir araç olabileceğini fark ettim. Sandalye’yi seçtim çünkü hem somut hem de herkesin günlük yaşamında aşina olduğu bir nesneydi. İnsanlar, bu metaforla karmaşık felsefi tartışmaları daha kolay kavrayabilir diye düşündüm. Eğer böyle bir örneklemeyi anlayabilirlerse, gerisinin çok daha anlaşılır ve kolay olacağına inandım. Nitekim öyle de oldu; bu basit ama etkili metafor, konuların ilerlemesini ve daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağladı.

Filozoflar, bilim insanları ve ilahiyatçılar neden aynı görüşte mutabık kalamıyorlar?

-Filozoflar, bilim insanları ve ilahiyatçılar, aynı hakikati aramaya çalışsalar da, yöntemleri ve perspektifleri farklı olduğu için aynı görüşte buluşmakta zorlanıyorlar. Bilim insanları genellikle gözlemlenebilir, deneylenebilir ve ölçülebilir verilere dayanırken, filozoflar daha soyut kavramlarla, akıl yürütmeyle ve metafizik sorgulamalarla meşguldür. İlahiyatçılar ise vahiy ve dini öğretileri merkeze alır. Bu üç alan da aslında hakikatin farklı boyutlarını keşfetme çabasıdır; ancak kullandıkları yollar ve dayandıkları ilkeler farklı olduğu için bir mutabakat zeminine ulaşmaları zaman alır.

Bana göre, bu çeşitlilik bir sorun değil, aksine bir zenginliktir. Her biri, hakikatin farklı bir yüzünü aydınlatır ve birlikte değerlendirildiklerinde daha bütüncül bir anlayışa ulaşmamıza yardımcı olurlar. Önemli olan, bu farklı perspektifleri bir tehdit değil, bir tamamlayıcı olarak görmek ve her biriyle insanlık için daha derin bir anlam aramaktır. İnsan, bilimle düşünür, felsefeyle sorgular ve dinle anlam bulur. Bu üçü bir arada olduğunda insan, kendi yaratılış gayesine daha çok yaklaşır.

Filozoflar, Bilim İnsanları ve İlahiyatçılar Neden Aynı Görüşte Mutabık Kalamıyorlar?

Ateistlerin gerçekten bir düşünce perspektifi var mı?

-Ateistlerin bir düşünce perspektifi elbette vardır. Ancak bu perspektif, genellikle "varlığın anlamı" ya da "yaratıcının varlığı" gibi temel sorulara inanç temelli bir cevap aramaktan ziyade, bu soruların cevapsız kalmasını ya da yalnızca “materyalist” bir açıklamayla yetinmeyi tercih eder. Ateizm, çoğu zaman bilime ve akla dayanarak kâinatın işleyişini yaratıcı bir güce başvurmadan açıklamaya çalışır. Bu, bir düşünce perspektifi olarak değerlendirilebilir; ancak bu perspektifin eksik ya da sınırlı olduğu noktalar da vardır.

Bir inanan olarak benim bakış açımdan, ateizmin temelinde bir düşünce çabası olsa da bu çaba çoğu zaman varoluşun derin anlamını kavramakta yetersiz kalır. Çünkü ateizm, kâinatın yalnızca fiziksel yönlerini açıklamaya odaklanır ve kâinatın bu düzeninin arkasındaki yaratıcı eli görmek istemez ya da göremez. İşte bu noktada “Sandalye” metaforunu kullanmamızın sebebi ortaya çıkıyor. Bir sandalye görüldüğünde, onun var oluşunda yalnızca fiziksel unsurları görüp, onu yapan sanatkârı hesaba katmamak büyük bir eksikliktir. Eğer bu bakış açısı kasıtlı bir inatlaşma değil de samimi bir arayışa dayanıyorsa, o zaman bu eksikliğin giderilmesi mümkündür.

Yine de ateizmin bir reddediş olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, eğer samimi ise bu reddedişin altında genellikle bir arayış ve sorgulama yatar. Sorgulayan bir zihin, hakikate ulaşma yolunda bir yolculuğa çıkmıştır ve bu yolculuğun durakları farklı olabilir. Önemli olan, bu arayışı samimiyetle ve açık bir yürekle sürdürmektir. Çünkü hakikati gerçekten, samimiyetle arayan bir zihin, er ya da geç hakikate ulaşır. Ateizmin bu arayışa katkıda bulunmasını ve insanın kendisini sorgulamasını teşvik etmesini de bir değer olarak görmek gerekir.

İnanmayanın ateist olması mümkün mü gerçekten?

-İnanmayan bir kişinin ateist olması, aslında çok daha karmaşık bir sorudur. Ateizm, bir yaratıcıyı açıkça reddetmek üzerine kurulu bir düşünce sistemidir. Ancak inanmayan herkes, bu düşünce sistemini benimsemeyebilir. Bazı insanlar, inançsızlık durumunda olabilir, fakat bu onları doğrudan ateist yapmaz. Bu durum daha çok bir sorgulama, bir arayış ya da hakikati henüz bulamama hâli olabilir.

İnançsızlıkla ateizm aynı mı?

-Ateist olmak, genellikle bilinçli bir tercih ve bir duruştur. Bu, kişinin yaratıcıyı reddederken kendi iç dünyasında, aklında ve vicdanında belirli argümanlarla bu reddi desteklediği bir konumdur. Ancak inanmayan bir kişi, çoğu zaman bu argümanları oluşturmuş veya derinlemesine bir düşünce sistemi geliştirmiş olmayabilir. Dolayısıyla, inançsızlık ile ateizm arasında ciddi bir fark vardır. İnançsızlık, daha çok bir boşluk ya da nötr bir durumu ifade ederken; ateizm, bu boşluğun aktif bir reddedişe dönüşmesidir.

İnançsızlık ateizme gidiş yolu mu şu hâlde?

-Evet benim bakış açıma göre, inançsızlık, bir yolculuğun başlangıcıdır. İnsan, bu yolculukta samimi bir şekilde arayışını sürdürürse, hakikate ulaşma şansı her zaman vardır. Ancak kişi bu arayışı terk eder ve hakikate karşı gönlünü kaparsa, ateizme geçiş yapması daha olasıdır. Burada önemli olan, “inançsızlık hâlini” insanın hakikati arayışında “bir durak olarak” görmek ve bu arayışın, “samimi bir şekilde devam etmesi için” uygun bir zemin oluşturulmasına katkı sağlamaktır. Dolayısıyla, her inanmayan kişi ateist değildir. İnançsızlık bir durak, ateizm ise bu duraktan daha keskin bir reddiyete varan bir tercih olarak görülebilir. Bu farkı anlamak, insanları daha iyi tanımak ve onları hakikate yaklaştırmak için bir anahtardır.

İnanıp inanmamak arasında kalan agnostikler ateizme mi yoksa sahih inanca mı daha yakınlar?

-Agnostikler, inanıp inanmamak arasında kaldıkları için hem ateizme hem de sahih bir inanca yakın görünebilirler. Ancak bu, kişinin arayışındaki samimiyetine, sorgulama derinliğine ve vicdani hissiyatına bağlıdır. Agnostik bir kişi, yaratıcı fikrine tamamen sırtını dönmez; aksine, bu fikri kabul etmeye de reddetmeye de mesafeli durur. Bu durum, çoğu zaman zihinsel bir belirsizlik ve içsel bir tereddüt hâlini yansıtır. Bir agnostiğin sahih inanca mı yoksa ateizme mi daha yakın olduğunu belirleyen en önemli faktör, hakikat arayışında hangi yönde ilerlemeyi seçtiğidir. Eğer kişi, samimi bir şekilde kâinatın, hayatın ve varlığın anlamını sorgulayıp açık bir kalple cevaplar arıyorsa, sahih bir inanca ulaşma ihtimali daha yüksektir. Çünkü sorgulama ve araştırma, insanı yaratılıştaki düzenin ve hikmetin farkına varmaya götürebilir. Ancak, bu sorgulama sırasında yaratıcı fikrine karşı gönlünü kapatır ve yalnızca reddetme arzusuyla hareket ederse, ateizme yaklaşması muhtemeldir.

Benim bakış açıma göre, agnostiklerin konumu bir tehdit değil, bir fırsattır. Çünkü bu konum, kişinin hakikati bulmaya yönelik bir arayış içinde olduğunu gösterir. Önemli olan, bu arayışı doğru yönlendirebilmek ve kişiyi, sorularına cevap ararken vicdanını rehber olarak kullanmaya teşvik etmektir. Agnostik, doğru bir rehberlikle, varlığın derin anlamını kavrayabilir ve sahih bir inanca ulaşabilir. Evet, agnostikler bir kavşakta duruyor gibidirler; hangi yöne yönelecekleri ise onların niyetlerine, samimiyetlerine ve düşünsel yolculuklarına bağlıdır. Hakikati arayan bir kalbin, er ya da geç hakikate ulaşacağına inanıyorum.

Sosyal medya üzerinden tartışılan inanç konularına neden ilahiyatçılar ikna edici cevaplar üretemiyorlar?

-Bazı ilahiyatçıların sosyal medya üzerinden tartışılan inanç konularında yeterince ikna edici cevaplar verememelerinin birçok nedeni var. Bunlardan ilki, sosyal medyanın yapısının hızlı tüketim odaklı ve yüzeysel olmasıdır. Derin düşünme ve detaylı açıklama gerektiren inanç meseleleri, sosyal medyanın kısa süreli dikkat aralıklarına uyum sağlamayabilir. Bu durum, verilen cevapların derinlikten uzak ve yüzeysel görünmesine neden olabilir. Bir diğer neden, bu ilahiyatçıların kullandıkları dil ve yöntemlerin, özellikle genç kuşaklara hitap etmede yetersiz kalmasıdır. Gençler, genellikle eleştirel bir düşünce yapısına sahip olduklarından, soyut kavramları ve geleneksel argümanları benimsemekte zorlanabilirler. Bu nedenle, bu ilahiyatçıların, bilimsel ve akılcı yaklaşımları, teknolojik araçları ve görsel materyalleri etkili bir şekilde kullanmaları gerekmektedir. Ancak çoğu zaman bu araçlar yeterince etkin kullanılmamaktadır. Ayrıca, sosyal medya tartışmaları genellikle bir diyalogdan ziyade bir çatışma havasında yürütülür. Bu çatışmacı ortamda, “hakikate ulaşma arzusu” değil, “haklı çıkma çabası” ön planda olur. İlahiyatçıların, bu çatışma ortamında bilgi vermekten çok savunmaya çekilmeleri de mesajlarının etkisini zayıflatabilir. Son olarak, bazı ilahiyatçıların, kendi alanlarında ne kadar derin bilgi sahibi olsalar da modern felsefi akımları, bilimsel gelişmeleri ve gençlerin zihinsel dünyasını yeterince tanımamaları, cevaplarının hedef kitle üzerinde etkili olmamasına neden olabilir.

Bana göre, çözüm, bu ilahiyatçıların hem sosyal medya dilini ve araçlarını daha etkili kullanmalarında hem de gençlerin zihinsel dünyasına hitap eden bir üslupla yaklaşımlarını yenilemelerinde yatıyor. İnanç meseleleri, derinlik ve hikmet gerektirir; ancak bu derinliğin, anlaşılır ve samimi bir şekilde sunulması, ikna ediciliği artıracaktır. Hakikate ulaşmak isteyenlere rehber olmak, ilahiyatçıların temel hedefi olmalıdır; bu da empatiyle, güncel bir dille ve güçlü argümanlarla mümkün olabilir.

Ülkemizde ciddi oranda cemaat ve tarikat mensupları ve bunları yöneten başlarında bilgili olduklarına inanılan önderleri, büyükleri var. Onlar bu konuda neden yeterli olamıyor sizce?

-Ülkemizdeki cemaat ve tarikat yapıları, tarih boyunca toplumun manevi hayatına katkıda bulunmuş, insanlara dini değerleri öğretmiş ve maneviyatlarını güçlendirmelerine yardımcı olmuştur. Ancak, modern çağın gerektirdiği bilgi, yöntem ve iletişim becerileri konusunda zaman zaman yetersiz kaldıkları da bir gerçektir. Bu durum, özellikle gençlerin sorgulayıcı zihin yapısına hitap edememelerine ve inanç meselelerinde doyurucu cevaplar sunamamalarına yol açmaktadır.

Günümüz gençliği, inanç meselelerini sorgulayan, eleştirel düşünen ve bilimsel argümanlara önem veren bir yapıya sahiptir. Ancak, cemaat ve tarikat liderleri çoğu zaman geleneksel yöntemlere bağlı kalarak, gençlerin bu ihtiyaçlarına cevap verememekte ve bu durum aradaki mesafenin giderek artmasına neden olmaktadır. Oysa Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’nda ortaya koyduğu yöntem, bu sorunlara etkili bir çözüm sunmaktadır. Bediüzzaman, modern dünyanın sorularını akıl, bilim ve vicdan ekseninde ele almış; iman hakikatlerini sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda bir düşünce ve ilim meselesi olarak izah etmiştir. Ancak, birçok dini yapı bu metodolojiyi benimsemekten uzak kalmaktadır. Bir diğer önemli sorun, bazı yapıların liderlerinin geniş kitlelere hitap edecek entelektüel donanıma ve modern dünyanın gerektirdiği bilgiye yeterince sahip olmamalarıdır. Modern dünyada, felsefi akımlar, bilimsel gelişmeler ve teknolojik araçlar gibi pek çok alanda bilgi sahibi olmak, dini meseleleri etkili bir şekilde anlatabilmek için elzemdir. Ancak bu eksiklik, mesajların güncel problemlere çözüm sunamamasına ve toplumun farklı kesimlerinde etkisiz kalmasına neden olmaktadır.

Hepsi bu kadar mı?

-Hayır, bazı yapılar kendi iç disiplinlerine odaklanarak toplumun genel problemlerine yeterince eğilmemekte ve dini değerlerin bireysel ve toplumsal sorunlara yönelik bir rehberlik sunması gerektiğini göz ardı etmektedir. Oysa Bediüzzaman, Risale-i Nur’da bu dengeyi başarıyla kurmuş ve iman hakikatlerini en basit insanın bile anlayabileceği bir üslupla açıklarken, derin bir felsefi ve bilimsel zemin sunmuştur. Bu denge, günümüz sorunlarına çözüm üretmede etkili bir model sunmaktadır. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur ile açtığı bu kapı hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir yenilenme ve manevi bir uyanış için önemli bir fırsattır. Risale-i Nur, sadece geçmişin değil, bugünün ve geleceğin de sorunlarına ışık tutabilecek bir rehberdir. Eğer bu yapıların önderleri, Risale-i Nur’dan ilham alarak gençlerin zihinsel ihtiyaçlarını anlamaya çalışır, modern dünyanın gerekliliklerini kavrar ve bu yönde adımlar atarsa, toplumun manevi hayatına çok daha güçlü bir şekilde katkıda bulunabilirler. Bu, inanç meselelerinde toplumun her kesimine gerçek bir rehberlik sunmanın anahtarıdır.

(Yarın Devam Edecek)

SALAHATTİN ALTUNDAĞ KİMDİR?

1964 yılında Mardin’de dünyaya geldi. Yatılı okulda eğitim alması ve gençlik yıllarında Demiryollarında çalışması dolayısıyla Türkiye’nin birçok ilinde yaşama fırsatı buldu. Bu süreç, farklı insanlarla ve fikirlerle tanışmayı sağladı. Türkiye’nin çalkantılı 70’li yıllarını birebir deneyimlemiş ve o dönemin etkilerini hem kişisel gelişiminde hem de düşünsel yolculuğunda derinden hissetti.

1987 yılında, o yıllarda farklı düşüncelerin ve çatışmaların merkezi haline gelmiş Diyarbakır’a geldi. İslâmî fikirlerden inkârcı düşüncelere kadar geniş bir yelpazede farklı görüşlerle karşılaşması burada mümkün oldu. Diyarbakır’da Üniversitede kendini yeniden keşfetti ve bu ortamda fikrî ve fizikî anlamda birçok zorluk, baskı ve zorbalıkla mücadele etti. Ancak, bu mücadeleler onu güçlendirdi ve olgunlaştırdı. 37 yıldır Diyarbakır’da yaşıyor. Evli ve üç çocuk babası.

Dicle Üniversitesi’nde Doktor Öğretim Üyesi olarak görev yapıyor.

Selahattin Altundaş

Kaynak: HABER MERKEZİ