DİLİNDE pelesenk olmuştu. Muhabbetin en coşkun, sözün en menevişli olduğu hallerde bile punduna getirip “Dünyaya satılmayın” derdi ustamız. İlk duyduğumda alınmadım desem yalan olur. Üstüme alınmış, bir miktar nefsimi sorgulamış, kendimi oradan buradan çekiştirmiştim. Zamanla alıştım.
DİLİNDE pelesenk olmuştu.
Muhabbetin en coşkun, sözün en menevişli olduğu hallerde bile punduna getirip 'Dünyaya
satılmayın' derdi ustamız.
İlk duyduğumda alınmadım desem yalan olur.
Üstüme alınmış, bir miktar nefsimi sorgulamış, kendimi oradan buradan çekiştirmiştim.
Zamanla alıştım.
Ülfete yenik düşerek önemine binaen tekrarlanan bu sözü adeta duymaz olmuştum.
Bir kulağımdan giriyor diğerinden çıkıp kayboluyordu.
Yalnız ben miydim peki böyle olan? Hayır, diğer dostlarımda farklı değildi.
Günler peşi sıra döndü, aylar, mevsimler geçti, yıllar üstümüze devrilerek yenilendi.
Yaşımız ilerledi tabi, düşüncelerimiz damıtıldı, fazlalıklar elendi.
Sonunda yanlışlar gözümüzde daha fazla belirdi, gönlümüzü rahatsız etmeye başladı.
O gün sıradan bir cümle gibi düşündüğümüz bu ikaz şimdilerde içten içe tırmalamaya başladı.
Gelip bağrıma oturdu ki, ne oturuş…
…
'DÜNYAYA SATILMAYIN' sözü meğer pek ağırmış.
Acıtıcıymış.
Bilememişiz, anlayamamışız.
Zamanla o ders halkasında bulunanlar farklı görevleri yüklendiler.
Sorumluluklar aldılar.
Makamlar elde ettiler.
İlkin o mertebeleri insana ve inancımıza hizmet için istiyorduk.
Bizler sadece birer nefer olacaktık.
O imkanların hakkını verecek dünyayı güzelleştirecektik.
Yoksulun yardımına koşacak, gözyaşlarını dindirecektik.
Şifa eli olacaktık yaralı kalplere…
Düşmüşü kaldıracaktık.
Ne oldu peki?
Düşen bizler olduk…
Hakikatten ve marifetten 'Düşkün' sayılabilecek noktalara geldik.
Buna aldırdık mı derseniz, hayır aldırmadık. Mazeretlerin peşine düştük. Kendimizi savunma yoluna
girdik.
Argümanlarımızın hepsinin temelsiz olduğunu biliyorduk oysa.
Kendimizi kandırdık.
Kalbimizi başkaları değil, kendimiz fesada uğrattık.
Zenginliğin pençesine takılarak, konfora esir düştüğümüzü itiraf edemedik.
Yani dünyaya benliğimizi sattığımızı görmemezlikten gelmeyi tercih ettik.
Kendimize kıydık.
…
SÖZÜ ne çok çoğaltırdık halbuki…
Ne çok güvenirdik kendimize.
'Satarım dünyanın anasını, zaten üç günlük değil mi?' derdik.
Hindi gibi kabarıp, kubarırdık.
İddiamızdan vurulacağımızı hiç hesap edemezdik.
'Dünya derdin olmayacak' sloganı atarken 'Dünyalık derdine' düçar olduk.
Oku kalbimizden yedik.
Dünyayı satamadığımız için dünyaya sattık özümüzü.
Dünyaya tekme atamadığımız için tekmeyi gönlümüze yedik.
Dünyayı satamayanların satın alınabileceğini hesap edemedik.
Fena halde savrulduk bu sebeple.
Sersemik divanelere döndük desem yeridir.
Karanlığa kendimizi mahkûm ettiğimiz için bir yandan aydınlığa karanlık dedik, diğer yandan ise
aydınlığa sövmeye başladık.
Şimdi anlıyorum ki, meğer bize yıllar öncesinden uyarılar yapılmış, tembihte bulunulmuş, zaaflarımıza
dikkat çekilmiş, kırmızıçizgiler özenle belirgin hale getirilmiş, hem de sık sık…
Ama o yersiz, temelsiz, mesnetsiz ve anlamsız özgüvenimiz yok mu?
Bizi yerlere çalmış acımasızca…
Şimdiyse nerede kıyıya vuracağımız belli değil.
Ya Selam!