ÇÖKÜŞÜ GETİREN KAPİTALİZM VE KOMÜNİZM
MEŞRUTİYET- CUMHURİYET VE DEMOKRASİ MASALLARI SÜRECİ
KENDİ İTİRAFLARIYLA GÜNÜMÜZ BATI MEDENİYETİNİN ÇÖKÜŞÜ
Süleyman KOCABAŞ
Altıncı Bölüm
Giriş
Yeni Çağ Avrupa’sına Reform ve Rönesans’ın etkileri ve 1789 Fransız İhtilali ile gelen, insan ve toplumların hayatına ve yönetim biçimlerine yön veren rejim anlayışları da değişmiş, bunların başlıca iki başlık adı altında tezahürlerine “Kapitalizm” ve “Komünizm” denilmiştir. İşin esasına bakılırsa, insan, hayat ve kainatı felsefi – doktriner olarak izahta “materyalist” ve insanı da yalnızca bir “ekonomik varlık” olarak görmeye yönelik “homo oeconom ” (insan ekonomik hayvandır) düzen anlayışının ideolojisi ve pratiğiyle bakan adı geçen bu iki rejim anlayışı da günümüz Batı medeniyetinin ana çöküş sebebinin rejimlerinden olarak ikisi olmuş, bunları ıslaha yönelik türevleri de (Sosyal l Demokrasi, Öz Yönetim vb.) bir işe yaramamıştır.
Alexis Carrel’in bu çöküşü çözümlemelerinden olarak Kapitalizm ve Komünizm üzerinde geniş olarak durması ve giderek “kurtuluş” için denilerek kainat, insan ve toplumun tabii kanunlarına uygun yeni rejim arayışlarını dile getirmesi, bütün kitaplarında daha ayrı ve geniş yer tutmaktadır ki, dizi yazısızın bu bölümünde bu çözümlemelerine yer vereceğiz.
Kapitalist İhtilal 1789 Fransız İhtilalinin Otokritiği ve Kurtuluş İçin Yetersizliği
Ortaçağ Avrupa Medeniyetinde “zenginler sınıfı” nı , “FEODALİTE”, nin toprak –tarıma bağlı “ARİSTOKRASİ SINIFI” oluşturuluyor, kırsal alana hakim “TARIM EKONOMİSİ” nin emek yoğun bel kemiğini “KÖYLÜ SINIFI” meydana getiriyordu. Bu sınıf, toprakların neredeyse hemen hemen hepsine mülkiyet olarak sahip Aristokrat sınıfın emrinde köleler gibi karın tokluğun çalıştırılıyorlardı. Aristokrasinin ortağı Monarşik İmparatorluklar –Kralları ve Papalık da onun sömürüsünden kendi payını alıyordu. İşte Ortaçağ Avrupası ekonomisi, bütün bunlara dayalı “İÇ SÖMÜRÜ VE KÖLELİK EKONOMİSİ DÜZENİ” ni yaşıyordu.
Avrupa’da sömürgeciliğin yeni adı olarak ortaya çıkan, burada “İÇ SÖMÜRÜ” yanında bütün Dünya’yı da “DIŞ SÖMÜRME” den olarak kendisini gösteren “COĞRAFİ KEŞİFLER” in Amerika’nın keşfinden sonra Afrika ve Asya kıtalarına da hululü ile oluşan “TİCARET BURJUVZİSİ” nin ardından, tabiat ilimleri verilerinin teknolojiye aktırılmazsı sonucu “SANAYİ İNKILIBI” yla da gelen “SANAYİ BURJUVAZİSİ” nin, “para gücüne sahip olan iktidar gücüne de sahip” olur kaidesinden hareketle, Klasik Ortaçağ Medeniyeti ortamında “YENİ BİR MEDENİYET TASAVUVRU” nun ortaya çıkmasıyla, bu kendisini “KAPİTALİST BURJUVA MEDNİYETİ” olarak gösterecekti.
İşte Carrel ve benzerleri, adı geçen medeniyeti eleştirirlerken, çökmekte olan ve çöken günümüz Batı medeniyetinin bu “olumsuzluklar” üzerine de kurulduğundan ve bunun “siyasal devrimi” nin kendisini bir “KAPİTALİST İHTİLALİ” olarak 1789 Fransız İhtilaliyle gösterdiğinden bahisle, bunun da “çöküşe katkı” yapılandırmalarından olarak şunlardan bahsederler:
Temeli, slogan olarak belgelerinde “Müsavaat (Eşitlik), Hürriyet, Adalet” ve yayınlanan “İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi” olan 1789 İhtilalinin, bunlarda niçin başarısız olduğu hakkında Carrel’in yazdıkları: “Bütün vatandaşlara tanınan oy hakkı fertlerin eşitliğine dayanmaktan ileri gelir. Bu inanç, zihnimizin hevesinden başka bir şey değildir. Bir fert başka bir ferde eşit olmaz. Ancak insan oldukça eşit olur… Sembolün ve realitenin karışıklığı bizi her şahsa aynı üstünlük haklarını vermeye iter. Felsefi noktadan insanların eşit, ilmi noktadan eşitsiz sayılmalarını biz anlamadık. Çoğu fertler Fransa’da olsun ABD’de olsun psikolojik bakımdan on yaşını geçmezler. İnsanların çoğunluğu asla zihni rüşte erişemezler. Genel oylama sayesinde milletin siyasetine kuvvet veren bu aşağı insanlardır. Uygulaması insanı böyle sonuçlara götüren prensipleri çürütemedik. Fransız ihtilali tarafından sözleşmenin statü yerine geçmesi reelin (gerçeğin) üzerine değil, zihin görüşünün üzerine kurulur. İnsan çalışması başka bir ticaret metaı olarak satın alınmaz. Çünkü bu bir ticaret metaı değildir. Makineyi kullanan düşünür ve hisseder varlığın büyüklüğünü kaybettirmek onu gündeliğe indirmek hatadır. Zira, homo oeconomicus bizim düşüncemizde bir fantezidir. Somut ậlemde mevcut değildir.
Fransız ihtilali zamanındaki ecdadımız insan ve vatandaş haklarının var olduğuna samimi olarak inanmıştı. Bu hakların gözlemle ispat edilmediklerinden ve onların zihin kurguları şeyler olduklarından kuşkulanmıyorlardı. Hakikaten insan hakları yoktur. İhtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar gözlenebilir ve ölçülebilirler. Hayatta başarı göstermek için bu ihtiyaçların giderilmesi gereklidir. Hak kavramı bir prensiptir. İhtiyaç, ilmi bir kavramdır. Kolektif hayatımızın organizasyonun da akıl ve fikirle ilgili kaprislerimizi ilmi verilerin üstünde tutmuşuz. İdeolojilerin başarısı medeniyetin başarısızlığını devamlı kılar.” (Carrrel, Hayat Hakkında Düşünceler, s. 10 – 11)
Carrel’in çözümlemeleriyle, Fransız ihtilalinin “insanlığın kurtuluşu için” denilerek amaç ve hedeflerinden olarak üzerine oturtulan “Eşitlik, Hürriyet, Adalet” baş sloganının çökmüş olduğu tam anlamıyla ifade edilmiş olunuyordu. (1)
1789 Fransız Kapitalist İhtilalinin getirdiği buhranlar ve yıkımların çözümlemelerine devam ederken Carrel şunlardan da bahseder: “ Fransız ihtilali patladı. Aristokratın yerini burjuva, askeri derebeyliğin yerini kapitalist derebeyliği aldı. İktisadi liberalizm yavaş yavaş gelişmeye başladı. Bu gelişme muzafferane bir şekilde Waterloo’dan (2) Birinci Dünya Savaşına kadar devam etti. Bu zaman zarfında, ilim sayesinde yaşayış ve düşünüş şekilleri değişti, Diğer taraftan din rasyonalizmin hücumları karşısında artık mukavemet edemiyordu… Medeni insanlar için, artık atalardan kalma prensiplerin son kırıntılarını da fırlatılıp atmanın zamanı gelmişti. (3)
Hayata mana veren ananevi kaideler modern hayatın iradeyi gevşeten rahatlığı içinde, bir nehrin baharda çözülen buzları gibi, aile ve cemiyette de görüldü… Modern insan için kendi keyfinden başka bir davranış kaidesi yoktur. Herkes yengeç gibi hodbinlik kabuğuna çekilerek komşunu mahvetmeye çalışıyor. Esaslı içtimai bağlar bile çok değişti. Her yerde bir ayrılık göze çarpmaktadır. Evlilik kadınla erkek arasında bir bağ olmaktan çıktı. Modern hayatın hem maddi hem manevi şartları, aile hayatının bozulması için müsait bir iklim yaratmıştır. Bugün çocuk, imkanları tehdit eden bir şey. Hatta bir bela olarak telakki edilen bir şeydir.( 4). İşte vaktiyle Batı insanlarını hakimane bir görüş ve büyük cesaretle ferde ve içtimai davranışlarına tatbik ettikleri ‘kaidelerden ayrılma’ hareketi böyle bitmiştir…
Sanayi İnkılabı, süratle İngiltere’ye yayıldı. Adam Smith yeni dini ‘Milletlerin Zenginliği’ kitabında gürültü koparacak bir şekilde izah etti. İşadamı halkın velinimeti olmuştu. Garip bir kelime oyunu ile, birkaç kişinin servet edinmekte hudutsuz bir hürriyete sahip olması umumi saadetin bir şartı olarak kabul edildi.” (Carrel, İnsanlar Uyanın, s. 8-10)
Kapitalizmin Daha Geniş Boyutlarda Getirdiği Çöküntü
Carrel, 1789 Fransız ihtilaliyle vücut bulan Kapitalizm –Liberalizmi felsefi –doktriner olarak çözümlemeye devam ederken şu görüşlere de yer verir: “Liberalizm (Kapitalizm’in diğer bir adıdır), vücudumuzun ve ruhumuzun yapısına yazılmış olan hayatın yönetme kabiliyetleriyle çatışma halindedir. Bunlar temelinden sökülüp atılmalıdır.” (Carrel, Hayat Hakkında Düşünceler, s. 219)
“Liberalizmin yarattığı iklim içinde, kậr fikri şuur ve vicdanımızın her alanını istila etmiştir. Zenginlik, yüksek bir hayır olarak ortaya çıkıyor. Hayatın başarısı para biçimleriyle ölçülüyor. Ticaret işleri kutsal sayılıyor. Maddi kazanç arayışı bankadan, sanayiden ve ticaretten bütün öteki insan faaliyetlerine yayılıyor. Fiili ve hareketlerimizin hareket ettirici sebebi şahsi bir avantaj elde etmektir. Her şeyden önce mali avantaj. Fakat gurur ve kibrin tatmininde de bu avantaj görülüyor. Rütbe, makam, ev, mevki, madalya, sosyal durum, bu menfaat takibi nazik bir ikiyüzlülükle beraber diğergam bir görünüm altında gizleniyor. Ordu, üniversite, yönetim ve hakimler mahfillerinde tehlikeli bir rakibe karşı entrikalara dikkat ve itina ile kamufle edilmiş ihanetlere, karanlıkta arkadan hançerlemelere şahit olunuyor.
Haysiyet ve şerefin zamanı geçmiştir. Bir ideale kendilerini verenler, menfaat gözetmeksizin çalışanlar, mürai (iki yüzlü) ve akılsız telakki ediliyor. Menfaat arayışı her yere sızıp giriyor… Sadakat, bilim, merhamet veya masumluk maskesi altında menfaatin bayağı ve zalim yüzü ile gizleniyor. Bir de para kazanma hırsı var. Zira para her şeyi sağlar. Para, evvela iktidar verir. Hemen her insanı satın alabilir. Parayla olmasa bile parası olanların sahip olduğu şeylerle satın alınabilir. Sonra, para bizim bütün arzularımızı gidermeye izin verir. Bu arzular aşağılıktır.” (5) (Carrel, , Hayat Hakkında Düşünceler, s. 16 – 17)
“Geleneksel disiplinlerin ötesinde materyalist liberalizmin babaları tarafından vaat edilen toprağı bulamadık. Bizim aradığımız az kimselerde boş zaman ve derin düşünce var. Materyalist liberalizmin babalarına rasyonalizmden, ilimden ve teknolojiden doğmuş hürriyet dedelerimizin ona önceden atıf ve izaf (kuvvetini gösterme) ettikleri güler yüzü gösteremedi.” (Carrel, Hayat Hakkında Düşünceler, s. 13- 14)
“Materyalist liberalizm, ferdiyetcilik, biyolojik ahlak insanların sevgi dayanışmasının üstüne çıkamazlar. Yalnız hayat kanunlarının uygulamaya konulması insanı öbür insanlarla birleşebilmesi gücünü artırır. Şuuru sevgi temeli üzerinde öteki şuurlarla birlikte tesis edebilir.
Batı medeniyeti dünyada devam edecektir. Veya ölüp gidecektir. Bu da ferdin ahlakına bağlıdır. Bu ahlaki değer yükselirse Batı ahlakı yaşayacaktır. Çökerse çökecektir. Ferdin sosyal değeri başkasıyla birleşmesine bağlıdır. (Carrel , Hayat Hakkında Düşünceler, s. 168 – 169)
Carrel çözümlemelerinden olarak , Kapitalizm’in , ilmin ve teknolojinin verilerini kendi sömürü düzenini içte (Avrupa dahilinde) ve dışta (bütün dünyada) bir “menfaat aleti, istismar unsuru” olarak kullanmaya başladığı hakkında ve bundan kurutuluş için de şunları yazar: “İlmin kudreti hemen hemen hudutsuzdur, şu şartla ki, gerçek manasına uygun olarak tatbik edilsin, yalnız maddi verilerle uğraşmasın, kapitalistlerin menfaatine ve bilginin gururuna bağlanmasın, insanlığın gelişmesi ve huzuru kavuşması için uygulansın. Onu felsefi sistemlerden kurtarmak gerek.” (Carrel, Yarınlara Doğru, s. 88)
“Hak haklının değil güçlünündür “ derler. Kim güçlü ise, daima onun sözü geçer. Fakirler daima ezilir. Kapitalizm ve Kapitalist Emperyalist devletlerin hakimiyeti, ülkelerinde ve dünyada “haklı” olduklarından değil, ilmin ve teknolojinin verileriyle kendileri daha güçlü halle geldikleri için insanlar ve toplumlar üzerine sömürü hegemonyalarını kurarlar.
Yine Carerl’in çözümlemelerine göre, Kapitalizm “kıtalar arası sömürgecilikte” hakimiyetini , vahşi ve güçlü hayvanların diğer hayvanlar üzerene kurduğu hakimiyete benzer bir halle kurarak “uluslar arası boyutlar” da daha büyük buhranların vasıtası olurlar: : “Medeni insanlar tarafından (Kapitalist sömürgeci Avrupa’nın büyük devletlerinin) hammaddelerin ve pazarların ele geçirilmesinde, kaplanın, açlıktan ölmesini önleyen avını ele geçirmesindeki aynı amil vardır. Hayat için mücadele, bedenin ve zihnin durmayan bir faaliyetini ister.” (Carrel, Hayat Hakkında Düşünceler, 52)
İkiz Kardeşler Kapitalizm ve Komünizm’in Karşılaştırmalı Buhran Analizleri
1789 Fransız İhtilalinin doğurduğu Kapitalist düzen anlayışı, Avrupa’nın sosyal ve ekonomik geleneğinde olan yeni sınıflandırmaların ortaya çıkmasından olarak, adı geçen düzenin hakim sınıfı “zenginler sınıfı” demek olan “BURJUVA SINIFI” nı, ticaret ve sanayi zenginliği bunların elinde bulunduğu için, ticarethaneleri ve fabrikalarında çalıştırdıkları “emek yoğun” esasına dayalı olarak ortaya çıkan büyük işçi sınıfına “PROLETERYA SINIFI” denildiği halde, her türlü iyi ve huzurlu çalışma şartlarından mahrum bu sınıf kendisini büyük bir buhranın içinde bulunca, buna bir çare aramaktan olarak, 19. asrın ortalarında Karl Marx’ın ortaya attığı materyalist felsefi – doktriner fikirlere dayalı olarak “kapitalizme alternatif” denilerek komünizmin doğuşu kendisini göstermiştir.
Günümüz Batı medeniyetinin bunları doğurması yanında, kendisinin çöküş sürecine de damgasını vuracak Kapitalizm ve Komünizm “ikiz kardeşleri” ni birbirleriyle ilişkilendirerek Carrel’in bu konuda dile getirdiği bir kısım görüşleri de şöyledir:
“Şimdiye kadar yapıldığı gibi insan hayatının kanunlarını felsefi prensiplerden, siyasi ideolojilerden çıkarmaya çalışmak boşunadır… Hiçbir düşünce sistemi herkesin kendisine katılmasını sağlamamıştır… Materyalistlerle ruhaniyetcilerin kavgası gerçi 2500 yıldan beri sürüyorsa da bugün bile bitmiş olmaktan uzaktır…
Aynı şekilde menfaatlerin tabii ayniyeti prensibi, faydacılara (pragmatistlere) ekonomik münasebetlerin esas kanunu gibi geliyor. Bugün biliyoruz ki, bu filozoflar aldanıyorlar. Birçok insan sanır ki hayatın amacı zenginleşmektir. Diğer bazıları, hayat güvenin ve küfün yiyemeyeceği hazineler cennetinde eğlenmekten ibarettir. Adam Smith ve Karl Marx tarafından öğretilen ekonomik olanın üstünlüğü, bizi ruhaniyetin üstünlüğüne zıt geçim kaidelerine götürür. Etrafımızda prensipler, zıtlıklar kol geziyor. Hiçbir istem bizim yönetimimize münakaşa edilmez temel hizmetleri götürecek kadar güvenilir değildir. Hayatın kanunları fizik kanunları kadar ebedi prensiplerden çıkabilmiş değildir. Yalnız mantıki düşünce sayesinde hayatı yönetmenin kaidelerini keşfetmek ümidini bırakmak gerekir.
Aldanmamamız için, hayatın kanunlarını bizatihi hayatın gözleminden çıkarmalıyız. Kimyanın ve fiziğin kanunlarını cansız alemin gözleminden çıkardığımız gibi. Felsefi prensipleri ilmi kavramlar vasıtasıyla sağlamlaştırmak zamanı gelmiştir…
Faydacı filozoflar (pragmatistler), Marxcılar, doktrinlerinin hazırlanmasında ilmi metodu kullanacaklarını iddia ettiler. Fakat ne Marx, ne Engels, ne de Lenin’de ilmi araştırma tecrübesi yoktu. İşlerle ve işletmelerle ilgili kavramların varlığını bilmiyorlardı. Zihnin iki disiplinini şüphe etmeksizin karıştırdılar. Hayatın felsefesi yorumunu insanın ilmiyle karıştırdılar. Böylece marksizm de liberalizm gibi, ekonomik olana sırada üstünlük verdi. Hayatın kanunları arasında hakikaten esaslı olanlarını dikkate almaya mecbur olduğumuzu böyle hatalar gösteriyor.” (Carrel, Hayat Hakkında Düşünceler, s. 46 ve 49)
“Modern insan maddeye üstünlük verdi. Ruhi olan ekonomik olana feda edildi. Refahı kuvvete ve sevince feda etti… Medeni insanlar, birkaç yüzyıldan beri bu hatanın içine düşüyorlar. Manevi kurtuluşumuzun tarihi ve kutsal duygusunu terk edişimizin tarihi tabiatımızın temelli kanunlarına itaatsizliğin kanunu ile karışıyor. Mesela kậrı hayatın kendisine has bir amacı olarak düşünmek insan faaliyetlerinin alanını ister istemiz darıltmıştır. Şahsiyetimiz daraltılmaksızın yalnız maddi avantajları izleme gayretimizi sınırlamak mümkün değildir. L’homoxeconomicus (insan ekonomik hayvandır felsefi ve ekonomik görüşü) Liberalizmin ve Marksizmin icadıdır. Tabiatın mahluku değildir. İnsan, yalnız mal üretmek ve mal tüketmek için yapılmamıştır. İnsan gelmişinin başlangıcından beri güzelliğe sevgi göstermiş, kin duygusu, akıl ve fikirle ilgili murakabe, yaratıcı muhayyile, fedakarlık ruhuna sevgi göstermiştir. İnsanı ekonomik faaliyete indirgemek, kendisinden bir parça kesmekle birdir. Liberalizm ve Marksizm, bunların her ikisi de tabiatın esaslı eğilimlerini zorluyorlar.” (Carrel, Hayat Hakkında Düşünceler, s. 35 – 36)
“Modern dünya,, liberalizm yahut materyalizm noktainazarından ele alınınca derhal bize dar bir elbise giydirdiği intibaını (izlenimini) veriyor. Dış realitenin insanı bütün varlığı ile kavramaması ve strüktürünün muayyen bir nispette bizimkine uymaması manasız olur. Demek ki, manevi ậlem de maddi ậleme olduğu kadar objektif gözle bakmak doğru olur.” (Carrel, İnsanlar Uyanın, s. 176)
“Milletler ilmi mefhumlara kıymet vermemektedirler. Bütün ümitlerini ideolojilere bağlamışlardır. Bilhassa aydınlık devir rasyonalizminin ikiz çocukları olan liberal ve marksist ideolojilere… Halbuki ne liberaliz ne de marksizm realitenin ilmi bir müşahedesi üzerine kurulmuştur. Liberalizmin öncüleri olan Voltaire ve Adam Smit’in beşeri ậlem hakkındaki görüşleri, Ptoleme’nin (6) kainat hakkındaki görüşleri gibi keyfi ve eksikti. İstiklal Beyannamesi (7), İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi (8) imzalayanlarla, Karl Marx ile Engels hakkında da aynı şeyleri söyleyebiliriz.
Komünist Manifestosundaki (9) prensipler ve Fransız İhtilali prensipleri, ilmi mefhumlar değil, birtakım felsefi görüşlerdir. Liberal burjuvalar ve Komünist proleterler (İşçiler) aynı şekilde, ekonominin her şeyin üstünde olduğuna inanıyorlar. Bu inanç, on sekizinci asrın filozoflarının mirasıdır. Bu telakki, bugün insanın ruhu ve bedeni faaliyetleriyle, bu faaliyetlerin azami derecede gelişmesi için nasıl bir muhit icap ettiği hakkında kazandığımız ilmi bilgiyi nazarı itibara almazlar. Halbuki bu ilmi bilgi, bize ön planda ekonominin değil, beşerle alakalı meselelerin alınması icap ettiğini gösterir. Dev)let insanları, faydalı bir şekilde organize etmenin çarelerini arayacak yerde, Hürriyet Beyannamesi (10) ile Fransız İhtilalinin ortayla attığı prensipleri tekrar edip duruyoruz. Bu prensiplere göre ise Devlet her şeyden evvel mülkiyetin bekçisi, bankaların, endüstrinin ve ticaretin hizmetkarıdır.” (Carrel, İnsanlar Uyanın, s. 12)
“Liberalizm ve Marksizm hayatın gayesi için gerekli şartları vermeye muktedir değildir.
Liberalizm, mal mülk ve para sahipleri için yapılmıştır. Onda insanları yalnız başına yürütecek heyecan unsuru yoktu. Liberalizm, insanlara cılız ve gelişmemiş bir felsefe, gerçeğin bayağı soyutlanmasını sunar. Liberalizm, bütün ruhu bozmuştur, başarı gösterememiştir.
Liberal orta tabaka bolşeviğin (11) ağabeyisidir.
Marksizm heyecan unsuruna sahiptir. İdeal olandır: Ezilmişlerin kurtuluşu. Fakat Marksizm bir doktrin üzerine kurulmuştur. Marksizmin azizleri ve kurbanları vardır. Marksizm, dev gibi bir büyüklüktedir. Marksizm heyecan hıncı doğurur. Mal ve mülk ve para sahibi olmayanların mal ve mülk, para sahibi savaşını doğurur. Zenginlerin fakirle tarafından ezilmesini doğurur… Karl Marx, hem bir filozof, hem de ateşli bir ihtilalciydi. Onun içindik ki, Komünizm’de adeta dini bir kudret (Komünizm dini ) vardır.” ( Carrel, Hayat Hakkında Düşünceler, s. 205 ve İnsanlar Uyanın, s. 143))
“Fertlere, çalışmalarının bütün mahsulüne sahip olma imkanı verilmeli; onları proletarya değil, hür insanlar yapmalı. Bütün kabiliyetlerini geliştirecek imkanlara sahip kılmalı. Rusya’daki gibi cahil köylüler ve proleterler (işçiler) Almanya’daki gibi bir diktatör (Adolf Hitler) idaresindeki otomatlar olarak değil. Fransa’daki gibi güven içinde olmayan betbahtlar ve Amerika’daki gibi sadakaya muhtaç insanla yapmamalıyız.
Komünizm ferdin hürriyetini kısıtlar, onu makinenin emrine sokar. Komünizm yalnız bir sınıfı kabul eder ve diğer sınıfları yavaş yavaş ortadan kaldırır.” (Carrel, Yarınlara Doğru, s. 113)
“Homo Economicus, tabiatın yarattığı değil, liberalizmle marksizmin icat ettiği bir şeydir. Beşeri varlık sadece istihsal (üretim ) ve istihlak (tüketim) için yaratılmamıştır. Daha tekamülünün başlangıcında, güzelliğe karşı sevgi, dine karşı hürmet göstermiş, entelektüel bir tecessüse (inceleme ) , yaratıcı bir muhayyileye (hayal ekmek) , kendisini feragate sevk eden bir duyguya sahip olduğunu ve içinde kahraman bir ruh taşıdığını ispat etmiştir. Binaenaleyh insanın yalnız ekonomik faaliyetini tanımak onu diğer kısımlarından tecrit etmektir. Demek ki liberalizm ve marksizm, her ikisi de, tabiatın esas temayüllerine tecavüz etmektedirler.” (Carrel, İnsanlar Uyanın, s, 42)
Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Demokrasi Masalları Süreciyle Gelen Sömürü ve Çöküş
Kapitalizm 1789 Fransız İhtilalinin arifesi ve Komünizm ise ertesi - sonrasında (sanayi inkılabını müteakip 19. asrın ortalarında) kendilerini felsefi olarak materyalist felsefi doktrini ve “düzen anlayışı” ile de insanı “ekonomik hayvan” ideolojik görüşü ve pratiğine indirgeyerek kendilerini göstermişlerdir. Bu iki doktrin ve ideoloji, toplumlara uygulanacak düzen anlayışları olarak “rejimleri” ni adlandırırlarken de buna ilkin Kapitalizmin önceliği ve girişkenliğinden olarak “Meşrutiyet- Cumhuriyet – Demokrasi” denilen bir süreçle ortaya çıkmıştır.
Öncelikle Kapitalist İngiltere’de vücut bulan Meşrutiyet uygulamasının adı Fransa’da “Cumhuriyet” olmuş, bu üç düzen anlayışının “ileri tekamülü” olarak gösterilen “Demokrasi” ise, kendisini tam anlamıyla II. Dünya Harbinden sonra Amerika Birleşik Devletleri eksenli olarak ortaya çıkarmıştır.
Bu birbirinin “üçüz kardeşleri” her üç rejim anlayışının temel esası veya ana fikri, imparatorluk ve krallık rejimlerinde toplumun yönetimine bir imparator veya bir kralın salt (tek başına) iradesinin hakim olması (buna rejim adı olarak mutlakıyet, monarşi, otokrasi denildiği halde) yerine yönetilecek “halkın ortak iradesinin hakim olması” veya sloganlaştırılmış ifadesiyle ise “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” le ifade edilen ve halkın bunu kendisine tanınan “oy hakkı” ile kullanması şeklinde ifade edilmiştir.
Daha sonra, Komünizm de kendi rejim anlayışını, burjuva rejimlerinin “halk iradesinin hakimiyeti” sloganın cazibesine kaptırarak, bunları “Halk Cumhuriyeti” veya “Halk Demokrasisi ” olarak adlandırmıştır. Tatbikatından bunu iki örnek, Rusya’da bir Komünist düzeni getirme ihtilali 1917 Komünist ihtilalinden sonra kurulan Komünist rejim devleti Rusya’ya “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” adı verilirken, II. Dünya Harbinden sonra “Büyük Almanya” nın Doğu ve Batı Almanya olarak bölünmesi sonucu Doğu Almanya’da kurulan Komünist rejim devletine ise “Demokratik Almanya” ismi verilmiştir,
İşin esasına bakılırsa, adları geçen üç rejim anlayışı da tarif edildikleri şekilde uygulanmamış, Kapitalist devletlerde “halkın hakimiyeti ” adı altında kurulan “burjuva sınıfının hakimiyeti” olurken, Komünist ülkelerde ise allanıp pullanıp anlatıldığı üzere yönetime, “proletarya (işçi sınıfı ) hakimiyeti” değil, komünist partileri ve üyeleri azınlığının – devlet memurlarının (buna “Devlet Kapitalizmi” de denildiği halde) irade ve kararları, ülke ve devlet yönetimlerine hakim olmuştur. Anlayacağınız Ortaçağ siyasi konjonktürüne hakim olan mutlakıyet –monarşi -otokrasi üçlü rejim anlayışının diktatörlüklerinin yerini, meşrutiyet –cumhuriyet –demokrasi diktatörlükleri veya “edebiyat ” olarak adlandırılınca “masalları” almıştır.
Bu masallar süreciyle ilgili olarak da Carrel’in bir kısım yazdıkları şunlardır: “Demokrasi, sosyalizm ve komünizm, ilmin henüz çocukluk devrinde ortala çıkmışlardır. Bunlar, 18. ve 19. asırların, insanlarının ne olduklarını bilmediğimiz, harikulade makinelere sahip olmadığımız bir devrin artığı olan ideolojilerdir…
Demokrasi , materyalist mekanizma, sosyalizm ve komünizm, tamamen geçmiş devre aittir.
Radikal sosyalistlerin muhafazakarları, imtiyazlarını kaybetmek istemeyen kurucuların muhafazakarlığı, memleket zihniyetini mason, (12) sosyalist ve komünist ideolojilere, yani makinenin kölesi olmaya itiyor. Bu insanlar 1789 da Fransa’nın idaresini bir tek kişinin elinde bırakmak isteyen asiller kadar geri fikirlidirler. Tıpkı onlar gibi hayal içinde yüzüyorlar. Çökmekte olan bir evde oturmaktadırlar. Bütün bunları bırakmalıyız…
‘Hürriyet, eşitlik, kardeşlik’ yerine, ‘ilim, otorite, nizam’ veya ‘ilim, nizam, adalet’ demeliyiz.” (Carrel, Yarınlara Doğru, s. 16 – 17)
“İnsan ve birey kavramlarının karışıklığı nedeniyle bir başka hata, demokratik eşitliktir… Gerçekten de insanlar eşittir. Ancak bireyle eşit değildir… Demokratik ilke seçkinlerin gelişimini engelleyerek medeniyetin çöküşüne katkıda bulunmuştur. Aksine, bireysel eşitsizliklere saygı gösterilmelidir. Demokratik ideal tarafından insanların standartlaştırılması, zaten zayıfların üstünlüğünü belirlemiştir. Her yerde zayıflar güçlülere tercih edilir… Eşitlik efsanesi, sembolün sevgisi, somut gerçekleri hor görmek, büyük ölçüde bireysellik çöküşürdür. Kalitesiz türleri yükseltmek imkansız olduğu için, insanlar arasında demokratik eşitlik üretmenin tek yolu, hepsini en düşük seviyeye getirmektir. Böylece kişilik ortadan kaybolmuştur. Bugünkü (II. Dünya Harbinin arifesi 1930’lu yılların sonu) zayıflığımız, hem bireyselliği takdir etmememizden hem de insanın anayasasını bilmememizden kaynaklanmaktadır.” (Carrel, İnsan Denen Meçhul, s. 268 - 269)
Batı’dan Bize de Yansıyan “Masallar Süreci”
Osmanlı’da Tanzimat’ın başlangıcı 1839’dan günümüze, “meşrutiyet- cumhuriyet – demokrasi masalları süreci”, bizde de Batı’dan dayatmacılık (Osmanlıdan günümüze bizi de Kapitalist emperyalizminin nüfuzu ve hakimiyetine almanın araçlarından olarak) ve taklitçilik şeklinde varlık göstermiştir. Bu yapılanmaların, Batıdaki uygulamalarında görüldüğü gibi gerçek tanımlamalarıyla uygulamalar olmadığına şahit olunmuştur.
Osmanlı, 1876 ve 1908’de iki askeri darbeyle iki kere ilan edilen “Meşrutiyet istemek çılgınlığı” nın içinde son nefesini verirken, “Anadolu İhtilali sonucu” denilerek 1923’de ilan edilen Cumhuriyetin ise, tam anlamıyla bir halkın – milletin iradesi ve hakimiyetine dayalı olmayıp, “Batı tipi toplum mühendisliğine soyunmuş sivil -asker aydın ve bürokrat azınlık” ın yönetiminde “otoriter-jakoben” bir rejim özelliği göstermesi yanında, 1945’de ise, iç dinamiklerin yanında dış dinamiklerden olarak da İngiltere’den sonra dünyanın süper gücü haline gelen ABD’nin “baskılarıyla da” denilerek “Demokrasiye Geçiş” kendisini gösterince, bu olup bitenlerden sonra, 5000 yıllık tarihin en eski milletlerinden birisi olan Türk milleti, “tarih yapan” bir “özne” olmaktan çıkmış, NATO’ya girişiyle de birlikte Batı –ABD’nin “nesnesi” görünümüne bürünmüştür. Demokrasiye geçişle çok partili hayatta kurulan partiler, dünyanın süper gücü Amerika’nın “icazeti ve muvazaası” ile kurulmuş, başbakanlar onun tarafından gizli - açık tayin edilmiş, “Amerika’nın kontrolünden çıkan” denilen başbakanlar – hükümetler ise, yaşadığımız 4 askeri darbeyle işbaşından uzaklaştırılarak “ABD’nin emirlerine amade” denilen yeni başbakanlar - hükümetler işbaşın getirilmiş, işte 1945’de geçtiğimiz demokrasi böyle bir demokrasi olmuştur: “Dünkü Meşrutiyet’in (1876 -1923) süper güç İngiltere’ye hizmet ettiği gibi, günümüzdeki demokrasinin (1945 - …) de süper güç ABD’ye hizmet etmesi). Meşrutiyetin de getirdiği Osmanlının yıkılışının ardından gelen Cumhuriyet ve Demokrasi ilanlarının 100’üncü yıl dönümünde bile, bölgemiz ve dünyada “süper güç” olamamamız bu “masallar süreci” nden kaynaklanmıştır. Bunu süreci, incelememizde tamı tamına anlatmak mümkün olmayacağı için bunu ayrı bir inceleme ve kitap konusu yapacağız. 20 Şubat 2025
Altıncı Bölümün Sonu
DİPNOTLAR
1- Bizde Tanzimat ve müteakibi Meşrutiyet devrinde bir diğer “Batı taklitçiliği” örneğiyle gelen ve ilk tezahürlerini Yeni Osmanlılar (1866 – 1876) ve ikinci tezahürlerini bunların devamı Jön Türklerde (1896 – 1918) bulan “Müsavat, Hürriyet, Adalet” yeni yönetim anlayışının ana sloganı bu sloganın bizdeki anlamı, Avrupa’daki gibi yönetime “Burjuva sınıfının hakimiyeti” şeklinde değil de, bizde bu sınıf olmadığı için yönetime, adına “mutlakıyet rejimi” denilen Padişahlık düzenini yıkarak Batıcı bürokrat –aydın, sivil –asker kesimin yönetime geçmesi yanında, bunun Osmanlı gayri Müslim azınlıklarına da yarayarak , onların Osmanlı’dan ayrılışlarına sebep olacak ortamı hazırlamaya yönelik bir slogan özelliği taşımıştır.
2-Watarloo veya “Waterloo Savaşları”: Fransız İmparatoru I. Napolyon’un, bütün Avrupayı hegemonyasına almak uğrunda 23 yıl süreyle bütün Avrupa devletleriyle yaptığı savaşlara verilen ad.
3- Bizde de “atalarımızdan maziden kalan son kırıntıları” da atmaktan olarak, “dinin de tasfiyesi” ne yönelik bu bizde kendisini, “KEMALİST DEVRİMLER SÜRECİ’ nde “Devrimlerin Mucidi” denilen Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsında göstermiştir. Atatürk’ün “Benim rehberim akıl ve ilimdir” sözü üç büyük dinin esası “vahiy bilgisi” ni inkarı anlamına gelir ki, giderek bu bizde “İslam’ın tasfiyesi” ne yönelik bütün yapılanmalar 1923 – 1937 “Atatürk Dönemi” nde yaşanmıştır.
4-Günümüz itibariyle bunun bize yansımasının bir örneği, basında da yer aldığı üzere İzmir’de yaşandığı halde, bir bayanın iki çocuğunu öldürmesinin gerekçesi, yargılanırken kendisini “serbest ve rahat aşk yapamadığım için çocuklarımı öldürdüm” ifadesiyle göstermiştir.
5- Günümüz itibariyle bizde de çökmekte olan Batı medeniyetinin etkilerinden ve taklitçiliğinden olarak bütün bunların yaşandığına şahit oluyoruz.
6-M.S. 100-170 yılları arasında yaşayan İskenderiyeli Materyalist Yunan filozofu.
7-İstiklal Beyannamesi: 4 Temmuz 1776’da Amerika’nın bağımsız bir devlet olarak kuruluşunu ilan eden beyanname.
8-İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi: !789 Fransız İhtilelinin 26 Ağustos 1789’da yayınladığı beyanname.
9-Komünist Manifestosu: Komünizmin iki öncü kurucusu Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından 2 Şubat 1848’de Londra’da yayınlanan kitapçık. Ana fikri ve esası; proletarya sınıfının devrimler yaparak Kapitalist Burjuva sınıfının düzenlerini yıkarak üretim araçları özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasana yönelik bir bildiri.
10-Hürriyet Beyannamesi: İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesinin bir diğer adıdır.
11-Bolşeviklik: Çarlık Rusyasında, 1917 Komünist İhtilalinden önce kurulan ve Komünist düzenin kurulmasına öncülük eden “ara rejim”.
12- Operatif Masonluğunu ardından Spekülatif Masonluk, 1717’de Londra’da 4 mason locasının açılmasıyla İngiltere’de doğmuş, burardan bütün dünya yayılmıştır. Masonluk, Kapitalist Avrupa Burjuvazisinin bir çeşit “seküler –laik dini-tarikatı” olmuş ve bütün dünyayı da kendisine benzetme misyonuna soyunmuştur. Kapitalizmin felsefi ve rejim anlayışının savunuculuğunu en üst düzeyde üslenen masonluk için, buna Misyonerlik teşkilatına da ilave edilirse , “İngiliz İmparatorluğu, büyüklüğünü Masonluk ve Misyonerlik Teşkilatlarına borçludur” denilmiştir. Masonluk, sömürgeleştirilecek ülkelerde sömürücü Kapitalist devletlerin, bürokratlar ve aydınlardan “yerli işbirlikçiler” bulmak için “Truva atı”, Misyonerlik ise, halkı Hıristiyanlaştırmak veya bu başarılamazsa, sömürülecek halka, açtığı misyoner kuruluşlarıyla (özellikle de okullarıyla) “Batı medeniyeti sevgisi ve taklitçiliği” ni aşılayan bir “ileri karakolu” ” olmuştur.
Osmanlı Devletinin ardından Türkiye Cumhuriyeti Devleti de Masonluk ve Misyonerliğin “büyük yıkımları” ndan nasibini almıştır. Amerikalı tarihçi Edward Mead Earle, Misyonerliğin yıkıcı etkilerini dile getirmek için “Misyonerlik, Türkiye’de olduğu kadar hiçbir ülkede emperyalizme hizmet etmemiştir” ifadesini kullanmıştır. Masonluk üzerine kitapları ve yazıları bulunun Süleyman Külce ve Kazım Karabekir de Masonluk için, “Ülkeleri, az bir kuvvetle (mason yerli işbirlikçilerin yönetime getirilmesiyle) Kapitalist Büyük Devletlerin hakimiyetine sokan örgüt” olarak nitelendirmişlerdir.