YÜKSEK sesli bir aileye doğmuştu. Buna aile denebilir miydi, o da bir ummaydı doğrusu.

Annesi, babası sürekli yüksek perdeden konuşur, sözleri alev sarar, öfkeler kabarırmış.

Eller iyileşse de duvara atılan yumrukların göçürdüğü yerler ve bulaşan kanların kurumuş izleri kalırmış. Duvarlar burada bir boksörün yaşadığını söyleyebilirmiş eğer işin hakikatini bilinmezse.

Dede ve nine de babasından farklı değilmiş zaten.

Devredilen bu mirasın sahipleri olan büyükler bu durumdan artık ne kadar müştekiler bilinmez ama şiddetin ucu onlara dokunduğunda vaveylayı koparıyorlarmış.

ANNESİ bu duruma daha fazla tahammül edemediğinden çocuğu alıp bir gece karanlığında sırra kadem basmış. Adı sanı tüm akrabalar tarafından unutulmuş ve şerli bir hısımın evine sığınmışlar.

İlk günler tam olarak bir şey anlaşılamamış ama akraba dedikleri kişinin akrep çıktığını fark ettiğinde annesi namus belasına damda yatmamak için çocuğunu orada bırakarak buradan da kaçmış.

Bir daha izine rastlayan da olmamış. Dolayısıyla arkadaşım annesinin yüzünü bile tam hatırlayamıyormuş. Hayal etmeye çalışsa da bir türlü silüeti yâdına gelmiyormuş.

Yırtık siyah beyaz bile olsa minik bir fotoğrafı olsaydı ne olurdu ki.

Felek kendisinden bunu esirgemişti.

KALDIĞI evdeki adam minicik olmasına rağmen her işe bunu koşmaya başlayınca istemsiz olarak yaramazlığını arttırmış ve giderek katmerlemiş.

Öfke kontrol sorunu yaşadığından öldüresiye dövdüğü bir gün “Bu velet elimde kalacak, bende kodesi boylayacağım” diye düşünüp tırsmış ve çocuğu elden çıkarmış.

YETİŞTİRME yurduna verilen çocuk bir süre sonra sağlıklı beslendiğinden beti benzi yerine gelmiş.

On sekiz yaşına gelince de bir yuvası olmadığından sokakları mekân tutmuş naçar kaldığından.

İlk zamanlar dikiş tutturamamış.

Girdiği her işten maaş günü gelmeden sepetlendiğinden hep beş parasız orada burada dolanmış.

Birgün kuvvetli yağan yağmurdan etkilenmemek için duvar diplerini arşınlamış sabaha kadar. İstismar edilmekten ürktüğünden güvenli bir yer bulup uyuyamamış.

Sabaha doğru semtin büyük camisinin avlusuna kendisini attığında üzerine uzandığı bankta sızıp kalmış.

Namaz için camiye gelen kişiler yanından sessizce geçip içeriye girmişler. Yalnız birinin dikkatini çekmiş ama o da uyandırmaya kıyamamış. Çıkışta aynı kişi durumun değişmediğini fark ettiğinde yanında oturup uyanana kadar beklemiş. Gözlerini açtığında yanında sakalları yeni ağarmaya yüz tutmuş kişiyi görünce önce bocalamış. Acaba öldüm mü diye düşünmüş. Kendisine tebessümle bakan adam “Haydi kalk çorbacıya gidelim” dediğinde canına minnet saymış.

Adam çok nazikmiş, rahatsız edici, tecessüs çağrıştıran hiçbir soru sormamış.

Sadece ne anlattıysa onları dikkatle dinlemiş ve bununla yetinmiş. Gerisini hiç kurcalamamış.

Arkadaşım ilk defa o sabah üst üste üç çorba içtiğini söylemişti.

ISPARTA acemi birliğinde tanıştık kendisiyle.

Benim bir sıra önümdeydi ve mahcup bir hâli vardı. Adını sorduğumda “Mülteci” demişti.

Çok tuhafıma gitmişti doğrusu. Daha önce bu isimle kimseyle tanışmamıştım.

Az sonra içtima için komutan emriyle sıralandığımızda gerçek isminin “Ali Rıza” olduğunu öğrenmiş hayretim biraz daha kabarmıştı. Daha sonra sıkıştırmam sonucu yukarıda aktardığım hikayesini benimle titrek bir sesle paylaşmıştı.

Akşamları yemekhanedeki eğitimden bir yolunu bulup tüyüyor arka tarafta buluşup başka bir bölüğün usta erlerinin oturduğu “Erat Gazinosu” denilen yere gidiyor ve bir demlik çay sipariş ederek hayatın ununu birlikte eliyorduk.

Bir gece yatakhaneye döndüğümüzde ikimizin de dağıtımının İskenderun Akçay Kışlasına çıktığını öğrenince nasıl da yaman sevinmiştik.

TERHİS olup teskereyi aldığımızda birbirimizden ayrılmak pek bir zor olmuştu.

Haberleşiyorduk.

İstanbul’a hatıralarından dolayı dayanamayıp memleketi olan Sivas Suşehri’ne göçmüştü.

Yanında çalıştığı ustanın eli yüzü düzgün kızına vurulmuştu. Bir defasında “Durumlar nasıl tertip?” dediğimde “Gönlüne mülteci olmak istediğim Nazlı, naz niyaz safhasında” demişti.

Bir süre sonra naz sona ermiş Nazlı ile niyaza durduklarını söyleyip mutluluğunu paylaşmıştı.

İki çocukları olmuştu. Birinin adını kendisine çorba içirip sahip çıkan Nurettin amcanınkiyle eşleştirmiş diğerine de benim adımı münasip görmüştü.

En son aradığında “Durumlar nasıl?” diye sormuştum da “Nazlı ile Hakka iltica halindeyiz” demişti.

İkisi de mülteci olmuştu yani.

Acı haberi ortak bir arkadaştan almıştım. Elim bir trafik kazasında öteye birlikte yola çıkmışlar.

Dün işyerimde “Uğur isminde biri sizi görmek istiyor” dediklerinde ilk defa tanıdım adımı taşıyan evladını.

Yurt dışında yaşıyormuş, babasının defterinde isim ve adresimi bulmuş, çıkagelmiş.

Muhabbete gözyaşlarımızı katık ettikten sonra arkadaşıma sarılır gibi sarılıp uğurladım.

Bazı hatıralar yumak gibi acıyla sevinç sarmaş dolaş.

Ya Selam!