Yıllardır Almanya'nın savunma kapasitesini ciddi şekilde artırmaya ihtiyacı vardı ve bugün nihayet bu adımı atmaya hazır görünüyor. 2014 yılında Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesi ve Doğu Ukrayna'yı işgal etmesi sırasında Berlin, Kremlin'le kararsız görüşmeler yürütmüş ve sınırlı sayıda yaptırım uygulamış, ardından Moskova ile ilişkilerine sessizce kaldığı yerden devam etmişti.
Ancak Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya kapsamlı bir saldırı başlatmasının ardından Almanya Başbakanı Olaf Scholz, Almanca “Zeitenwende” (dönüm noktası) adını verdiği bir politika değişikliği ilan ederek savunma harcamalarını artırma, Ukrayna’ya daha fazla yardım gönderme ve Almanya’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını hızla sona erdirme sözü verdi.
Yine de bu sözler, zamanla yalnızca “medyatik bir çıkış” olarak kaldı. Koalisyon içindeki çekişmeler nedeniyle Scholz’un Alman ordusunu yeniden yapılandırma planı hayata geçirilemedi.
Yeni bir siyasi irade ve anayasal engellerin kaldırılması
Ancak bugün Alman liderler, koşulların dayattığı bu dönüşümü gerçekleştirme konusunda daha kararlı. Geçtiğimiz Şubat ayında yapılan erken federal parlamento (Bundestag) seçimleri sonrasında kurulacak yeni hükümetin, Berlin’in Washington’dan bağımsız bir dış politika izlemesi konusunda daha istekli olacağı düşünülüyor.
Artık Almanya, ABD’nin Avrupa güvenliğini sağlama konusundaki istikrarına güvenemeyeceği bir geleceğe hazırlanıyor. Ordusunu modernize etmek ve ekonomisini canlandırmak isteyen Berlin, yıllardır kamu borçlanmasını gayrisafi yurt içi hasılanın %0,35’iyle sınırlayan anayasal “borç freni” kuralını kaldırmaya hazırlanıyor.
ABD'den kopuş, Avrupa’da liderlik
Yeni dönemde Almanya, ABD’ye bağımlı olmadan Ukrayna’ya destek verebilecek ve böylece Avrupa’dan bağımsız hareket eden, öngörülemez Amerikan başkanlarının etkisinden uzaklaşmış olacak.
Bu yeni bağımsızlık hali Kiev için büyük bir kazanç anlamına geliyor. Dahası, Almanya'nın örnek olması, diğer Avrupa ülkelerinin de Ukrayna’ya verdikleri desteği artırmalarına öncülük edebilir. Berlin, Ukrayna'nın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü savunmada öncü rol üstlenebilir ve Avrupa Birliği’nin Kiev’i tam üyeliğe kabul etmesi yönünde baskı yapabilir.
Ancak bu bağımsızlığın bedeli olabilir
Ancak Almanya’nın bu yönelimi bir bedel doğurabilir. Avrupa’da Rusya’yı caydırma sorumluluğu büyük ölçüde Almanya’ya düşecek ki bu da son derece riskli bir görev. Eğer Avrupa'da daha radikal milliyetçi akımlar iktidara gelirse, modernize edilmiş Alman ordusu, Almanya'nın komşularını sindirmek amacıyla kötü niyetli şekilde kullanılabilir.
Avrupa sahnesinde daha güçlü bir Berlin
Genel olarak bakıldığında, daha bağımsız bir Almanya, Avrupa’nın küresel sahnedeki ağırlığını artırabilir. Ancak söz konusu Avrupa içi dinamikler olduğunda, kıta, daha güçlü ve etkili bir Berlin’i sindirmekte zorlanabilir.
Kayıp Şemsiye: Almanya’nın Güvenlikte ABD’ye Bağımlılığı ve Değişen Dengeler
Son 80 yıldır, önce Batı Almanya ardından birleşik Almanya, güvenliğini sağlama konusunda ABD’ye bağımlıydı. Bu ilişki zaman zaman anlaşmazlıklara sahne olsa da, her iki taraf için de faydalı oldu.
Örneğin, 2003 yılında ABD'nin Irak'ı işgali konusunda iki ülke arasında fikir ayrılığı yaşandı. Ancak genel olarak Almanlar, Amerikan güvenlik şemsiyesi altında yaşamaktan memnundu. Almanya'nın yakın çevresinde ciddi bir tehdit unsuru bulunmadığından, ülke güvenliğini transatlantik ilişkilere—yani ABD ile olan ittifaka—emanet etmeyi tercih etti.
Merkel Döneminde Diplomasi Öncelikliydi
Angela Merkel’in 2005-2021 yılları arasındaki başbakanlık dönemi, bu güvenlik mimarisi içinde şekillendi. Transatlantik iş birliği, Merkel’in dış politika ajandasının temel taşıydı. Eski başbakan, merkezinde Avrupa Birliği'nin yer aldığı barışçıl ve müreffeh bir Avrupa vizyonunu benimsedi. Rusya ile çatışmadan uzak, dengeli ilişkiler kurulması gerektiğine inandı. Bu nedenle Almanya, Merkel döneminde askeri güçten ziyade diplomasiyi ve ticareti ön plana aldı; çok taraflılığa ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir dış politika izledi.
2014’te Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Kırım’ı ilhak etmesi bile Merkel’i bu çizgiden saptırmadı. O dönemde Merkel, "Bu krizin askeri bir çözümü yok" diyerek sorunun barışçıl yollarla çözülmesi gerektiğini savundu. 1991 sonrası Avrupa düzenini korumaya çalıştı; bu düzenin temelinde AB ve NATO gibi kurumlar yer alıyor ve Rusya da bu düzende bir aktör olarak görülüyordu.
Almanya’nın Değişime Direnci ve Sınırlı Hamleler
Rusya’nın artan saldırganlığına rağmen Merkel, Almanya’nın dış politikasında köklü bir değişikliğe gitmedi. Amacı, ABD'nin Avrupa savunmasına olan bağlılığını sürdürmesini sağlamak ve daha büyük bir savaş riskini önlemekti.
Merkel’in halefi Olaf Scholz de benzer bir çizgiyi izledi. “Dönüm noktası” ilanı bile temkinliydi. 2022 yılında Almanya'nın savunma kapasitesini geliştirmek için 100 milyar doları aşan özel bir fon kurduysa da, kamu borçlanmasını sınırlayan anayasal “borç freni” kuralı, daha iddialı yatırımların önünü tıkadı.
Sonuç olarak Almanya, güvenliğini hâlâ büyük ölçüde başkalarının teminatına bırakmış durumda ve sistematik bir değişim, anayasal ve siyasi engellerle karşı karşıya.
Almanya’da Dönüşüm Başlıyor: Mülteci Krizi, Siyasi Frenler ve Yeni Liderlik Arayışı
Ukrayna Savaşı'nın patlak vermesinin ardından Almanya, bir milyondan fazla Ukraynalı mülteciyi kabul etti ve Kiev'e milyarlarca dolarlık yardım gönderdi. Ancak tüm bu çabalara rağmen, Berlin askeri kapasitesindeki yetersizliği gidermekte yavaş davrandı.
Anayasal ve Siyasi Kısıtlamalar
Bu isteksiz savunma yaklaşımı sadece Başbakan Olaf Scholz’un tercihi değildi. Scholz, Almanya anayasasının yanı sıra ülkenin siyasi gerçeklikleriyle de sınırlanmıştı.
Başbakan'ın partisi olan Sosyal Demokrat Parti (SPD), Rusya’yla angajmana dayalı uzun bir geçmişe sahip. Bu yaklaşım, Batı Almanya’nın 1970’lerde Doğu Almanya ve Sovyet bloğuyla ilişkileri normalleştirme çabalarına kadar uzanıyor. Bu nedenle Almanya’nın, özellikle de SPD’nin, Rusya politikasını kökten değiştirmesi kolay olmadı.
Rusya'nın Ukrayna'yı tamamen işgal etmesinden sonra bile bazı Alman siyasi partileri Moskova ile ilişkileri sürdürme taraftarıydı. Aşırı sağcı ve NATO karşıtı Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD), Scholz’u sürekli olarak "savaş kışkırtıcısı" olarak eleştirdi. Scholz’un görev süresi boyunca bu parti siyasi zeminde hızla güç kazandı ve son seçimlerde oy oranını ikiye katlayarak %20’ye yükseltti.
İç Koalisyon Gerilimleri
Buna ek olarak Scholz, üç partili bir koalisyonu yönetmek zorundaydı. Koalisyon ortakları, Almanya'nın borçlanma sınırlarını düzenleyen anayasal “borç freni”nin kaldırılmasına sıcak bakmadı. Aynı şekilde, Merkel döneminde kapatılan nükleer santrallerin yeniden devreye alınması da enerji krizine rağmen koalisyon içinde yeterli desteği bulamadı.
Ancak bugün, bu politik engellerin birçoğu ortadan kalkmış durumda ve Almanya daha kapsamlı bir yeniden yapılanma sürecine girebilir.
Yeni Dönem: "Seferberlik Mevsimi"
Bu dönüşümün simgesi olarak, Scholz’un halefi olması beklenen Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) lideri Friedrich Merz öne çıkıyor. Merz, geçmişte transatlantik iş birliğinin güçlü bir savunucusu olarak bilinse de, bugün Almanya’nın ABD’ye olan güvenlik bağımlılığını azaltmayı hedefliyor.
Bu değişim, Merz’in geçmişi göz önüne alındığında şaşırtıcı olabilir. Zira partisi uzun süredir "Batı'ya bağlılık" (Westbindung) doktrinini savunuyordu; bu doktrin Almanya’nın dış politikasını ABD ile uyumlu hale getirmeyi öngörüyordu.
Ancak Donald Trump’ın yeniden başkanlık görevine başlamasıyla birlikte Almanya’daki kamuoyunda ciddi bir kırılma yaşandı. Artık ülkenin bir sonraki liderinin, Almanya'nın dış ve ekonomik politikasında köklü bir dönüşüm başlatması bekleniyor—ve bu dönüşüm, sessizce çoktan başlamış durumda.
Almanya'da Yeni Dönem: Trilyon Dolarlık Dönüşüm ve Kolektif Savunmanın Yeni Mimarı
Mart ayında Alman Federal Meclisi (Bundestag), üçte iki çoğunlukla kamu borçlanmasını sınırlayan "borç freni" sistemini kaldırma kararı aldı. Bu tarihi oylama, Almanya’nın savunma ve altyapı yatırımları için 1 trilyon dolardan fazla harcama yapmasının önünü açtı. Bu adım, Friedrich Merz’in liderliğini yaptığı ve askeri teçhizat, istihbarat ve siber güvenlik alanlarına ciddi yatırımlar yapılmasını öngören politikanın temel taşını oluşturuyor.
Toplumsal Mutabakat ve Değişim İradesi
Bu dönüşüm yalnızca siyasi elitlerin değil, Alman halkının geniş kesimlerinin de desteğine dayanıyor. Merz’in borç freni sistemini kaldırmaya yönelik kampanyası kişisel bir çıkıştan ziyade, kamuoyunun değişen beklentilerine dayanıyor. Alman halkının büyük bir kısmı artık ABD’nin Avrupa’nın güvenliğini sağlamak istemediğini, Ukrayna’ya yardımlarını kesebileceğini ve hatta kıtadaki askeri varlığını azaltabileceğini düşünüyor.
Dolayısıyla Merz, Almanya’nın borçlanmasını artırmak, savunma kapasitesini güçlendirmek ve ekonomiyi canlandırmak için gereken siyasi desteğe sahip. Ancak bu hedeflere ulaşması, Alman bürokrasisini aşması ve özellikle göç konusunda iç kamuoyunun endişelerini gidermesi şartına bağlı.
Kısa Vadeli Gündem Değil, Stratejik Yeniden Tanım
Almanya’daki bu politik dönüşüm, yalnızca Ukrayna’ya destek vermek gibi kısa vadeli hedeflerle açıklanamaz. Bu değişimin temelinde, Soğuk Savaş sonrası kurulan ve bugüne kadar sürdürülen dış politika yaklaşımlarının artık geçerliliğini yitirdiği yönünde derin bir farkındalık yatıyor.
Eğer Amerika artık güvenilir bir müttefik değilse, “Batı’ya Bağlılık” (Westbindung) anlayışı da ya boş bir slogana dönüşür ya da yeniden tanımlanmak zorunda kalır. Bu çerçevede bazı Alman siyasetçiler “Batı’ya bağlılık” ilkesini artık “Avrupa’yla iş birliği” olarak yeniden tanımlıyor.
Bugün Almanya, yalnızca Sovyetler Birliği ya da ABD gibi dış güçlerin değil, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sonrası kendi kendine koyduğu sınırlamaların da ötesine geçmeye çalışıyor.
Avrupa ve ABD’den Memnuniyetle Karşılanacak Bir Hamle
Almanya’nın savunma yatırımları, en azından kısa vadede, Avrupa’daki müttefiklerinden ve ABD’den olumlu tepki alacaktır. Fransa, Polonya ve Birleşik Krallık gibi ülkeler, Rusya’nın Avrupa’daki niyetleri karşısında benzer kaygıları paylaşıyor. İskandinav ve Güney Avrupa ülkeleri de Berlin’in yeniden silahlanmasını memnuniyetle karşılayacaktır.
Merz, bu ülkelerle iş birliği içinde çalışarak, Avrupa’nın güvenlik mimarisinde eksik kalan parçaları tamamlayabilir. Dahası, bu yeniden silahlanma süreci, ABD Başkanı Donald Trump’ın uzun süredir savunduğu bir ilkeyi de karşılamış olacak: Almanya’nın kolektif Batı savunmasında kendi payına düşeni üstlenmesi.
Eğer ABD Avrupa’dan geri çekilirse, askeri olarak güçlenmiş bir Almanya, bu boşluğu doldurabilecek en güçlü aday haline gelebilir.
Nazik Bir Dev Mi? Almanya'nın Yeniden Silahlanması Avrupa'da Ne Anlama Geliyor
Almanya’nın yeniden silahlanma süreci, her ne kadar gerekli ve kaçınılmaz görünse de, uzun vadede ciddi sonuçlara yol açabilir. Avrupa, 1945 ile 2014 yılları arasında büyük oranda istikrarlı bir barış dönemi geçirdi. Bu barış, kısmen Avrupalıların savaşın krizleri çözmede geçerli bir yöntem olmadığına dair ortak bir anlayış geliştirmeleri sayesinde sağlandı. Bu düşünce doğrultusunda askeri olmayan yapılar—Avrupa Birliği gibi—kurularak anlaşmazlıklar diploması ve iş birliğiyle çözüldü.
Bu dönemde saldırgan ulusalcılık gerilerken, Avrupalılar milliyetçi coşkularını savaş alanları yerine futbol sahalarında ifade etmeyi öğrendi. Bu kültürel dönüşümün arka planında ise Almanya’nın görece düşük savunma harcamaları ve askeri alandaki gönüllü geri duruşu önemli bir etken olarak yer aldı.
Tarihten Gelen Çekince
Soğuk Savaş sırasında Batı Almanya büyük bir orduya sahipti ancak ülke, Fransa ve Birleşik Krallık dahil olmak üzere yabancı güçlerce fiilen işgal altındaydı ve tam egemenliğe sahip değildi. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birleşen Almanya, ordusunu küçülttü ve savunma harcamalarını asgari düzeyde tuttu. Bu sayede Berlin, Avrupa’da tehdit oluşturmayan bir güç olarak konumlandı.
Bugün hâlâ Almanya’nın ideali, savaşsız bir Avrupa’dır. Ancak bu ideal uğruna artık kendi kararlarını alabilecek güce sahip olmak gerektiğine inanan bir Almanya söz konusu. ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Almanya’yı "Avrupa için fazla büyük, dünya içinse fazla küçük" sözleriyle tanımlamıştı. Almanya'nın küresel bir süper güç olamayacağı, ancak nüfusu ve ekonomisiyle Avrupa'da ister istemez baskın bir konuma geleceği düşüncesini dile getirmişti.
Eğer Almanya güçlü bir orduya da sahip olursa, bu durum onu bölgesel bir hegemon haline getirebilir—ya da en azından bu şekilde algılanmasına neden olabilir.
Rusya Faktörü ve Yeni Tehditler
Almanya'nın yeniden silahlanmasının ardındaki temel motivasyonlardan biri de, Avrupa’nın doğusundaki tarihî rakibi Rusya’dır. Almanya, bu adımı doğrudan Rusya kaynaklı tehdit nedeniyle atıyor ve şu anda Avrupa’da süren büyük bir savaş ortamında hareket ediyor. Bu nedenle Moskova’nın Berlin’in bu yöndeki adımlarını sabote etmeye çalışması kaçınılmaz görünüyor.
Gerçekten de NATO’daki üst düzey bir yetkiliye göre, Rusya geçtiğimiz yıl Almanya’nın en büyük savunma sanayi şirketlerinden biri olan Rheinmetall’in CEO’suna suikast girişiminde bulundu. Almanya savunma kapasitesini artırma yoluna giderse, Rusya'nın daha fazla krizi kışkırtması olası görünüyor.
Güç ve Sorumluluk Dengesi
Almanya’nın yeniden silahlanması, yalnızca askeri kapasiteyle değil, aynı zamanda siyasi olgunlukla da sınanacaktır. Bu yeni güç, ancak demokratik ve kapsayıcı bir hükümetin elinde kaldığı sürece “iyi bir güç” olmaya devam edebilir. Aksi takdirde, bu güç, yanlış liderlerin elinde tehdit unsuru haline gelebilir.
Avrupa, geçmişte savaş istemeyen bir Almanya tanıdı. Ancak bu ancak Almanya’nın—ve dünya kamuoyunun—1930’lar ve 40’lardaki aşırı milliyetçiliğin yol açtığı yıkımı bizzat deneyimlemesiyle mümkün oldu. Bu deneyim, Almanya’nın çatışma arzusunu kaybetmesine neden olmuştu.
Yine de milliyetçilik, bulaşıcı bir ideolojidir. Karizmatik liderler, ülkeleri beklenmedik yönlere çekebilir. Bugün Çin, Hindistan, Rusya, ABD ve Avrupa’nın bazı bölgelerinde yükselen milliyetçi dalga, Almanya’nın da bu rüzgâra kapılma riskini ortaya koyuyor.
Silahlanan Almanya: Avrupa İçin Risk mi, Yeni Dengelerin Anahtarı mı?
Eğer Almanya'nın askeri gücü doğrusal biçimde artmaya devam ederse, bu durum uzun vadede Avrupa'nın dengesini bozabilir. Zira iyi donanımlı bir Almanya, bölgesel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir. Bugün bile bazı Avrupa ülkeleri, Almanya’nın Brüksel’deki (Avrupa Birliği) mali müdahalelerini eleştiriyor. Gelecekte ise Berlin'in büyüyen gücü, sadece Rusya'da değil, komşu ülkelerde de milliyetçi eğilimleri körükleyebilir. Ve bu eğilimler, bir süre sonra Almanya içinde de aynı duyguların yeniden yükselmesine neden olabilir.
Ordu Kimin Elinde Olacak?
Başlangıçta Avrupa yanlısı, merkezci hükümetlerin kontrolünde inşa edilen Almanya ordusu, ileride genişlemeci hedefler güden bir liderliğin eline geçebilir. Böyle bir senaryoda, Almanya’nın askeri gücü yeni sınırlar çizmek, siyaseti askeri tehditlerle yönlendirmek ve diplomasi yerine güç dayatmasını tercih etmek için kullanılabilir.
ABD'nin Rolü ve Sorumluluğu
Bu süreçte, Amerika Birleşik Devletleri Avrupa'nın yeni güvenlik mimarisine uyum sağlamasında belirleyici bir rol oynayabilir. Eğer Donald Trump liderliğindeki ABD yönetimi Avrupa'daki varlığını azaltma konusunda kararlıysa, bu sürecin yavaş ve dikkatli şekilde yürütülmesi gerekiyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, Batı Avrupa’da, ardından Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Orta ve Doğu Avrupa’da bir denge unsuru oldu. Bugün ise Avrupa’dan tamamen ve ani bir şekilde çekilmesi, jeopolitik boşluklar ve güvenlik krizleri yaratabilir.
Kademeli Bir Geçişin Önemi
Bu nedenle, askeri varlıkların Avrupa’dan aşamalı şekilde çekilmesi ve yerlerinin Avrupa ülkelerinin kendi kaynaklarıyla doldurulması, kıtanın istikrarı için en sağlıklı yol olacaktır. Aksi halde aceleye getirilen bir çekilme, bölgesel boşluklar ve güven krizleri yaratabilir.
Ancak eğer bu geçiş doğru planlanır ve uygulanırsa, yeniden silahlanmış bir Almanya Avrupa için tehdit değil, "doğru büyüklükte" bir güç olabilir: Ne Avrupa’yı baskılayan bir dev, ne de güvenliğin dışında kalan etkisiz bir figür. Böyle bir Almanya, Avrupa’nın savunma sorumluluğunu paylaşan, barışçı bir lider ülke haline gelebilir.