Kevin Carter, Güney Afrika Johannesburg doğumlu bir fotoğrafçıydı. 1994 yılında Pulitzer Ödülü'nü aldığında 34 yaşındaydı.
Ama ne hazindir ki ödül almasına sebep olan fotoğraf
karesi, 3 ay sonra hayatının son bulmasına da sebep
oldu...
Adı geçen fotoğrafçı, 1994'te bir gün Sudan'daydı. Sudan
açlık içindeydi. İşini yaparken bir şey dikkatini çekti. Havada bir
akbaba dolaşıyordu. Bir havaya bir etrafına baktı. Yerde açlıktan
bir deri bir kemik kalmış bir kız çocuğu gördü. 6 yaşlarında kadar
olan çocuk zenciydi. Fotoğrafçı, bir kenarda durup Akbaba'yı takip
etti. Yeminin varlığını sezmiş hayvan, biraz sonra süzülüp çocuğun
50 metre kadar arkasına kondu. Saldıracağı münasip ânı
bekliyordu.
Aç çocuk, mecalini toplayıp 1.5 km uzaklıktaki Birleşmiş
Milletler Yardım Çadırı'na ulaşmaya çalışıyordu. Fakat ne mümkün! O
bir buçuk kilometre, o kadar uzaktı ki. Bitmiş, tükenmişti. O ân
orada aslında bir trajedi sahnedeydi. Aç çocuk çadıra kavuşmaya
uğraşıyordu. Aç akbaba, çocuğu parçalayacağı ânı kolluyordu.
Fotoğrafçı Kevin Carter ise, onları aynı kareye sığdırmaya
çalışıyordu. Bir süre uğraştı ve hedefine vardı.
Fotoğrafı çekmişti. O ân kendini belki de mağrur bir komutan
gibi hissetti.
Deklanşör sesinden olsa gerek akbaba havalanıp gitmişti.
Kevin Carter da ödül hayalleriyle çocuğu orada öylece bırakıp
gitti.
Çok gitmemişti ki birden irkildi. "Ben ne yaptım?" diye
avucuyla alnına vurmaması mümkün müydü? Bir ağacın dibine çömelerek
hüngür hüngür ağlamaya başladı. Çocuğu kurtarabilirdi. Bunu
yapmamıştı. Öldüğüne şahit mi oldu, yaşayacağına dair ümidi mi
kalmadı bilinmez. Dönüp çocuğa gidebilecekken, gitmeyip yoluna
devam etti. Memleketine dönünce eserini yarışmaya yolladı. Evet;
tahmin ettiği gibi maksadına nail olmuştu. Fotoğraf Pulitzer
Ödülü'ne layık görüldü. Kevin bir ânda dünyada şöhret oldu. Para
sahibi de oldu.
Ne var ki ne aldığı ödül, ne ulaştığı şöhret, ne para, onu
vicdan âzâbından kurtaramadı. Ödüle kavuşmasından 3 ay sonra 27
Temmuz 1994'te Johannesburg'un bir kenar mahallesinde çalışır
vaziyetteki kamyonetinin içine bahçe hortumuyla egzoz gazı vererek
kendini zehirleyip intihar etti.
Müntehir, arkada bir küçücük mektup bırakmıştı. Vicdan
âzâbının eriyip kalemine mürekkep olduğu satırlarda şöyle
diyordu:
-Çocuğu kurtarabilirdim. Makinamı bırakıp çocuğu kucağıma
alarak yardım çadırına götürebilirdim. Fakat ben, çocuğu değil
gazeteciliği düşündüm. Halbuki insanlığımı
düşünmeliydim...
Bu meşhur bir vak'adır. Herkes tarafından az-çok bilinir.
Peki öyleyse bugün neden ondan bahsettim?
Haberler, Rusya'nın Suriye'de muhaliflerle Türkmenlere misket
bombaları attığını vermekte. Ekrandan "Baba, babaaa!!!" diye feryat
eden yürek paralayıcı çocuk sesleri işitilmekte. Misket bombası,
bir bomba ve içinde yer alan çok sayıdaki küçük bomba demek. Önce
esas bomba infilak edip hedefi tahrip etmekte. Sonra onun içindeki
zalim misket bombaları. Onları, Ruslar yani Putin mi veya Suriye
yani Esad mı attırıyor? Ne fark eder. Neticede emri alan pilotlar
sivillerin başına ateş yağdırmakta. Bombalar yağarken çocuklar
çığlık çığlığa "babaaaa!!" diye feryat ediyorlar. Siviller ve hele
hele günahsız çocuklar ölmekte!
Hiç şüpheniz olmasın ki o bombaları atan, o katliamları yapan
pilotlardan bazıları, yarın evlerine-yurtlarına dönünce intihar
edeceklerdir. Vicdan azabı, başta pilotlar olmak üzere hayatı Putin
ve Esad askerlerine zehir edecek ve onlar, çâreyi ölümde
arayacaklar. Vietnam’da, Afganistan'da, Irak'ta çok örnekleri
var.
Hatta belki Vladimir Putin ve Beşar Esad da intihar
eder.
Adolf Hitler, intihar etmedi mi?
Bomba yağdıran uçaklar da Suriyeli kimsesiz çocukların
akbabasıdır.