CANIM burnumda dolaşıyordum.

Dişimi geçirebileceğim sümsük birini bulabilsem tüm öfkemi acımasız bir hoyratlıkla ona rahatlıkla boşaltabilirdim. Sabahın seherinden itibaren semtimin sokaklarını arşınladım, çare olmadı. Sabah çorbası içtim, kesmedi hıncımı. Ağaçların gölgesinde serinlemek istedim, derdime bir nebzecik bile olsa derman sunmadı. En çok sevdiğim kuş cıvıltıları bile kulağımdan girip kalbime ulaşmadı.

Denizin derinliği ve enginliğini üstüme bir yorgan gibi çekebilirsem ruhuma iyi gelir zannıyla kendimi sahile vurdum. Martılara simit bile attım ama hararetim bir milim bile aşağıya düşmedi.

“Deniz üstü köpürür” türküsüne alabildiğine asıldım ama sesim bana yâr olmadı.

Hülasayı kelam ne yapıp ettimse de serinlik hissini bir türlü yakalayamadım.

DUVARDİBİNİ mekân tuttum yine… Çay üstüne çay ekledim.

Tanıyanlar çıktı, selam verip iliştiler yanımdaki tabureye ama baktılar ki, ‘Yaprak döküyorum’ her biri bir mazeret icat ederek kalkıp uzaklaştılar.

Başımı cami duvarının gün görmüş yaşlı dış penceresine yaslayarak gözlerimi kapatıp hayal dünyamda devr-i âlem yapmaya niyetlendim. Böylece hayal ile hakikati ayrıştırabilme ümidine kapıldım.

Bu şekilde ne kadar kaldım bilemiyorum ancak “Kendi derununda olmak iyidir ama hayalin kuyusu derindir nazarım” diye seslenen bir hitap ile irkildim.

Gözümü açtığımda nicedir görmediğim, hürmette kusur etmemeye çalışıp gölgesinde büyümeye gayret gösterdiğim “Yaşamak Geçti Başımdan” diyen o çeşme başı insanı, hikâyeci ağabeyimi gördüm. Ellerine sarıldım.

Âdeti olmadığı halde muhtemelen hâlimi göz önünde bulundurarak ellerini öpmeme müsaade etti.

Çok mutlu oldum tabi.

“Yârin bahçesine inmiş dolaşıyorsan ilişmeyeyim imanım” demesine “Aman estağfurullah babacığım” diyerek cevap verdim.

“Dökül o zaman” dedi. Döktüm kendimi eteğine…

UZUN zamandır takip ettiğim bir hatip vardı. Konferanslarını kaçırmıyor, derslerine katılıyor, videolarını izliyor, kitaplarını da muhakkak alıp okuyordum. Kendisinden bilgi bakımından çok beslendiğim bu âlimi yakından tanıdıkça giderek “Kibir kuleleri” kurmasına bir türlü anlam veremiyor ve çok üzülüyordum. Olur olmaz insanları azarlamasına, sorulan sorulara bunu kaç kez cevaplandırdım, şurada yazdım gibi hörelenmelerine muhatabı ben olmamama rağmen derinden içerliyordum. Aklımla gönlümün tutuştuğu bu kavga beni çok yorup yıpratmıştı.

Bunları tane tane anlattım. Göz temasını hiç kesmeden şefkatle dinledi ve “Bu ahlaktan kopmuş bilgi ve yârin bahçesine girememe meselesidir” diyerek ekledi: “Bunları uzaktan sev.”

BİLGİ tüm insanlığın vazgeçilmesiydi, evet.

Dinimiz ve örfümüz buna âmirdi.

Farklılıklarımızın bilgiyle zuhura geldiği, derinliklerimizin ise hikmetle ne kadar hemhal oluşumuza bağlı olduğu su götürmezdi. Bilgi insan ilişkisinin yaşadığımız dünyayı imar veya imha ettiği de tartışılamaz bir gerçekti.

Doğru tavır, sağlam duruş, sahih tutumlar hep bununla ilişkiliydi. Özgürlüğe hürmet, iradeye saygı yine kişinin bilgiyle ahlaklı bir bağının ne kadar var olup olmadığının açık kanıtıydı. Tabiattan kopuş, müşahedeye kapalı olmak, Rabbimizin işleyen sisteminden bigâne kalmak yine bilgi ile ahlakın uzak düşmesinin bir sonucuydu. Sosyal barışı tahrip eden, ortak doğruları güçlendirmek yerine zayıflatan, erdemleri besleyip geliştirmeyen, estetik bakış ve duruştan yoksunluk, zarafetin yerini kabalığa terk etmek zorunda kalması yine aynı marazi anlayışın acı neticeleriydi. Aklı küçümseyerek, kalbi yok sayarak, güdüleme ve hükmetme hevesleri de aynı pınarın zehirli oluklarından akıyordu. Ağacı sevdirmeyen, kurda kuşa şefkati öngörmeyen, dereleri, denizleri kirletmekten alıkoymayan, kişiyi sadece tüketici konumuna hapsedip teknoloji bağımlısı yaparak doğal yaşamdan ırak tutan bir anlayış ahlaktan kopuştu. Ferdiyet saygısından azat ederek kişileri ya ululaştırıp insanlıktan koparan ya da şeytanlaştırıp derinlere gömdürüp üstüne beton döktüren yaklaşımlarda yine ahlakî zaafımızın acı örnekleriydi. Tüm haz ve elemi beden üzerinden tarif ettiğimiz ve hayatın öte yakasında dirilmenin de beden olarak gerçekleşeceğine inandığımız halde ruh ve beden münasebetini konumlandırırken bedeni küçümsemenin bile aynı çarpıtılmış öğretilerle ahlaktan bağımsız değerlendirdiğimizin ispatıydı. Tevazu perdesi altında şaha kaldırılan kibrin kaynağı da buraya dayanıyordu. Barış ve huzuru değil savaş ve terörü önceleyen nobranlık yine aynı zehirli gözeden susuzluğumuzu giderme gafletinden kaynaklanmıyor muydu zaten?

ÖFKEM dağıldı, hararetim söndü ve bu sohbetin sonucunda sükûn buldum çok şükür.

Demek ki, ahlaktan kopmuş bilgilere itibar etmemeliyiz. İlahî bilgi kaynağını bizlere sunan Fahr-i Kâinat Efendimizin ahlakı nasıl tamamladığını O’nun mübarek ve muhteşem örneklemelerinden öğrenmekten başka çıkar yolumuz yok.

Yani, yârin bahçesine girmeye mecburuz.

Kucaklaşıp ayrıldığımızda üstat Şerif Aydemir’in masaya nezaketle unutmuş gibi yaparak bıraktığı son çalışması “İndim Yârin Bahçesine” kitabı da sanki bana bunu söylüyordu.

Ya Selâm!