Bayındır, “Kuran’daki Dindarlık” adlı yazısında birçok İslamî / Kuranî kavrama eksik ya da yanlış mana vermektedir. Bu yazımızdan itibaren söz konusu bu kavramların manalarının nasıl daraltıldığını yahut saptırıldığını izaha çalışacağız.
'Din ve İman Kavramlarının Manalarının Noksan veya Yanlış Verilmesi'
Bayındır, 'Kuran'daki Dindarlık' adlı yazısında birçok İslamî / Kuranî kavrama eksik ya da yanlış mana vermektedir.
Bu yazımızdan itibaren söz konusu bu kavramların manalarının nasıl daraltıldığını yahut saptırıldığını izaha çalışacağız.
TEMEL TESPİT
Bayındır, bu kavramların manalarını bozarken başlıca iki yol kullanmaktadır:
Bunlardan birincisi, söz konusu kelime veya kavramların lügat manalarından sadece birini (işine geleni) alması; ikincisi de lügatlerde geçmeyen, tarih boyunca bilinmeyen, duyulmayan, mesnetsiz birtakım manalar uydurmasıdır.
Sonuçta o gerçek tefsir yolunu terk etmektedir.
Halbuki İslam'da kavram ve terimlerin manaları daha ziyade nakil yoluyla belirlenir. Buna da ıstılahî anlam denir. Arapçanın lügat, gramer ve irab inceliklerine vakıf olmak da elbette ki kelimelere mana vermede oldukça önemlidir.
Sahabi müfessir İbn Abbas (r.a.) başta olmak üzere, önde gelen müfessirler, ayetlerdeki manaları ortaya çıkarabilmek için Arap şiir ve edebiyatından da istifade etmişlerdir. Buna şiirle istişhad denir.
Kuran edebî yönüyle de bir mucizedir. Ve onun bu mucize özelliği, nazil olduğu dilin (Arapçanın) kaide ve kurallarına göre hareket etmekle anlaşılır.
Bilinen bir gerçektir ki, dünyanın en zengin kelime hazinesine ve mana inceliklerine sahip olan dili Arapçadır. Bu dil, bu özelliğini Peygamberimizin (s.a.v.) alemleri teşrifinden önceki yaklaşık iki bin yıl içinde tekamül ederek kazanmıştır.
Kuran, edebî bir mucize olduğu için nazil olduğu ortamdaki bütün usta edip ve şairlere meydan okumuştur. Çünkü o sadece Arapça değil, aynı zamanda 'Rabça'dır. Yani Kuran'da günlük konuşulan normal Arapça'da geçmeyen birtakım dinî kavram ve kelimeler de mevcuttur.
Bunları söylememizin sebebi şudur:
Kuran dili, Bayındır'ın yaptığı gibi kelimelerin lügat manalarından 'beğendiğini' seçip almaya yahut kelime ve kavramlara yeni manalar uydurmaya müsait değildir.
Bunu yapmak Kuran'ı kendi reyiyle tefsire kalkışmak olur ve Peygamberimiz (s.a.v.) bunu yapanlara 'ateşteki yerlerine hazırlanmalarını' ihtar etmiştir.
Kuran'ı reyine göre değil, olması gerektiği gibi tefsir etmenin yolu ise nakil yoluyla, özellikle de 'vahy-i gayrimetluv' olan hadislerle bildirilen manayı, -şayet varsa- ayetin nüzul sebebini ve Arapçanın kural ve kaidelerini esas almaktır.
Kuran, asla kelimelerin sırf lügat anlamlarıyla tefsir edilemez.
Buna en meşhur örnek salat kelimesidir. Bu kelimenin lügatte pek çok anlamı vardır. Hangi ayette hangi manasının geçerli olacağı kişilerin tercihine bırakılamaz; tefsir şartlarına uyularak bilinir. Salatın bilinen en önemli manası 'namaz'dır. Ama mesela 'dua' anlamı da vardır. 'Namaz' anlamına gelen bir ayet, 'dua' anlamında alınamaz.
Yine mesela 'ümmet' kelimesi Kuran'da sekiz farklı anlamda kullanılmıştır.
Kuran'a doğru mana vermenin yolu, tefsir şartlarına uymaktır.
İnşallah gerçek tefsirin nasıl olacağına dair müstakil bir yazı da kaleme alacağız.
İşte Bayındır, bu gerçekleri göz önünde bulundurmadan, hiçbir kural ve kaideye uymadan, kendi heva ve hevesine göre Kuran terim ve kavramlarına mana vermeye kalkışıyor. Böylece de adeta yeni bir din anlayışı ortaya koymuş oluyor.
'Kuran'daki Dindarlık' adlı yazısındaki yanlışlar, büyük ekseriyetle bu sebeplerden kaynaklanmaktadır.
Şimdi bu yazıdaki yanlış, noksan ve çelişkileri incelemeye başlayalım:
1- 'DİN' KAVRAMINA YAKLAŞIMINDAKİ YANLIŞLIK VE NOKSANLIĞI
Bayındır, 'din'in anlamını, bu kelimenin lügat manalarından biri olan 'deyn / borç' manasıyla sınırlandırarak hem ciddi anlamda noksan yapmış hem de bu suretle bu kavramın mahiyetini saptırmıştır.
Şöyle diyor:
'Din Allah'a olan borcu, deyn başkasına olan borcu ifade eder.'
Bu yaklaşım birçok yönden sakat, hatta tehlikelidir.
Din kelimesinin lügatte 'yol', 'millet' gibi daha vurucu ve etkili anlamları da var, ama o bunları tercih etmiyor; bu husus son derece düşündürücüdür.
Herkes bilir ki 'deyn' yani 'borç' kavramı, zorakilik, isteksizlik, istemeyerek katlanmak gibi manaları çağrıştırır. Gerçi halk arasında 'kulluk borcu' diye bir tabir kullanılmaktadır. Ama Müslüman kardeşlerimiz bu tabiri dinin tanımı olarak değil, kulun mesuliyetini ifade etmek maksadıyla kullanırlar.
Dinin gerçek tanımında ise, kulun iradesini kullanarak korku, sevgi ve ümit senteziyle Allah'a yönelmesi, ona kul olmanın tadını alması, lezzetini duyması esastır.
Buna göre dinde 'borç öder' gibi zorakilik, gönülsüzlük değil, rıza ile ibadet, şevk ile Allah'a yönelmek vardır.
Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur:
'… Allah'a yakînî bir imanla, tam bir rıza ile kulluk et; şayet buna muktedir olamazsan, hoşuna gitmeyen şeyde sabırda da çok hayır vardır.' (Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame 60.)
Buna göre dinde aranan ve istenen, gönül rızası ve hoşluğuyla, iradeyi kullanarak Allah'a yönelmektir. Borç veya borçlanmak gibi tabirler bu manayı asla ifade etmez.
Cenab-ı Hak biz kullarına irademizi kullanarak, ihlasla dine sahip çıkmamızı emreder:
'Halbuki onlar, dini sadece Allah'a tahsis ederek, Allah'ı birleyerek, ancak Allah'a ibadet etmekle, namazı kılmakla ve zekatı vermekle emrolunmuşlardır. İşte dosdoğru din budur.' (Beyyine: 5.)
İslam'da dine sarılmak, ona bağlılık, 'rıza' ve 'muhabbet'le ifade edilmiştir.
Fecr Suresinin 28. ayetinde geçen 'radiyeten merdiyye(ten) / Razı etmiş, (kendisi de) hoşnut ve memnun edilmiş olarak' ifadesi de bu meyanda önemli bir delildir.
Din Allah'a bağlılığı, onun hükmüne razı olmayı ve onu sevmeyi gerektirir.
Maide: 54'teki 'Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler' ifadesi de bunu anlatmaktadır.
Bu ayetleri 'borç' mantığıyla anlamak ve anlatmak mümkün değildir.
Peygamberimizin bize öğrettiği dualardan biri şöyledir:
'Rab olarak Allah'tan, din olarak İslam'dan, Nebi ve Resûl olarak Muhammed'den razıyım!' (Müslim, Salat 13; Ebû Davud, Salat 36.)
Yine Peygamberimiz (s.a.v.) ashabdan Hz. Bera'ya (r.a.) şöyle dua etmesini tavsiye buyurmuştur:
'Ya Rabbi! Kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana yönelttim. İşlerimi sana havale ettim. Sırtımı sana dayadım. Sana muhabbetimden ve senden korkumdan dolayı sana sığınırım. Senden gayrı sığınılacak başka bir yer yoktur. Ancak sen varsın. Ya Rabbi! Senin indirdiğin Kitaba inandım, gönderdiğin nebiye iman ettim.' (Buhari, Vüdu' 75; Müslim, Zikir 56.)
Dikkat edilirse bu duada Allah korkusu, Allah sevgisi, Allah'a muhtaç olma, Ona bağlanma, Ona sığınma mesajları vardır. Bu mesajlar borç ve borçlanma ile izah edilemez.
Dinin 'borç / deyn' manasına indirgenemeyeceğinin en güzel delili, onun her kaynakta hemen hemen aynı şekilde geçen şu tanımıdır:
'Din, akıl sahibi insanları kendi hür iradeleriyle iyiye ve doğruya yönelten ve onların dünya ve ahiret mutluluğunu amaçlayan ilahi kurallar bütünüdür.'
Bu tanımda aklı kullanmaktan, hür iradeden, iyiye ve doğruya yönelmekten, dünya ve ahiret mutluluğundan ve de dinin Allah'ın kaide ve kurallarının bir bütünü olduğundan bahsedilmektedir.
Böyle geniş ve şümullü bir mana, nasıl borç ve borçlanma kelimesiyle sınırlandırılabilir? Bu mümkün değildir.
Müslüman olmak, İslam'ı seçmek, en büyük şereftir. Kullukta bu şerefi kuşanmak vardır.
Hz. Ömer (r.a.), fethedilen Mısır'a girerken atına kölesini bindirmiş, kendisi de atın yularını çekiyordu. Kendisine 'Böyle olmaz, senin halife olduğunun anlaşılması lazım, ata sen binmelisin' dendiğinde o, en büyük şerefin İslam şerefi olduğunu, bundan büyük şeref olamayacağını söyledi.
Bir kere daha soralım:
Hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek kadar büyük bir şeref olan Müslümanlık, nasıl 'borç' kelimesinin manasına sığdırılabilir?
Bu konuda söz uzundur. Bu kadarlık izahatla bile anlaşılmaktadır ki Bayındır'ın dini borç ve borçlanma şeklinde anlatması, sadece bir noksanlık değil, aynı zamanda dinin mahiyetinin saptırılmasıdır.
2- İMANI SADECE 'GÜVENMEK' MANASINDA ALMASI
Bayındır'ın söz konusu yazıda saptırdığı manalardan biri de 'iman' kavramıdır. O, iman kavramına sadece 'güvenmek' manası vermektedir. Bu mana da noksandır ve tıpkı 'din' kelimesinde olduğu gibi mahiyeti saptırmaktadır.
Evet, imanın bir manası da güvendir. Hatta Cenab-ı Hakkın isimlerinden biri de 'kendisine inanılan ve güvenilen' manasında 'el-Mü'min'dir.
Ancak imanın tanımında öncelik 'inanmak' manasındadır. İman Allah'a, Allah'ın Hz. Peygamber (s.a.v.) aracılığıyla bildirdiği bütün hakikatlere inanmaktır.
Akaidde iman '(İslam'da inanılması gereken bütün hususları) kalp ile tasdik, dil ile ikrardır' şeklinde tanımlanır. Bu tanımda kalbî tasdik esastır. İkrar ise kalpteki bu imanın ilanıdır. Elbette ki bu ilan da çok önemlidir. Dilin ikrarı ile kalpteki iman teyit ve takviye olur; bu ilanı yapan mümini de İslam toplumu tanır ve ona Müslüman muamelesi yapılır.
Şimdi böyle keyfiyetli bir mana dururken, imana sadece 'güven' manası vermek, gerçek manayı katletmek değil de nedir?
Elbette ki gerçek imanın sonucunda Allah'a güven de vardır. Ama işin aslıyla detaylarını, özüyle parçalarını karıştırmamak gerekir.
İmanın 'kalp ile tasdik' olması meselesi o kadar önemlidir ki, akaid kitaplarında belirtildiği üzere şüphe halindeki iman sahih değildir; en küçük bir şüphe imanı ortadan kaldırır. Buna göre gerçek imanda Allah, Resul-i Ekrem (s.a.v.) vasıtasıyla, vahiy yoluyla ne göndermişse hepsine inanmak gerekir. Bu imanın ispatı ise azalarla ameldir. Dindeki yapı budur.
Netice olarak deriz ki Bayındır, imanı sadece güvenmek manasında almakla bu kelimenin mahiyetini saptırmış olmaktadır. Çünkü sadece 'Allah'a güvenmek' manası verilen bir 'iman' üzerine hiçbir ibadet ve İslamî mefhum doğru olarak bina edilemez.
İslam, her türlü noksanlıktan münezzeh olan Cenab-ı Hakkın binasıdır. Hiç kimse bu bina üzerinde keyfine göre tadilata veya tasarrufa kalkışamaz. Böyle bir hareketin adı dini bozmak, tahrif etmektir. Ve ne hazindir ki Bayındır tam da bunu yapmaktadır. Allah ıslah eylesin.
Gelecek yazımızda saptırılan kavramlardan üçüncü olan 'veli' kelimesini ele alıp inceleyeceğiz.