70. Yılında Dünyanın İsrail Sorunu
- 14 Mayıs 1948 günü saat 16:00 sularında, o tarihlerde Yahudi Ajansı adıyla anılan komitenin başkanı David Ben-Gurion’un (İsrail’in ilk Başbakanı) okuduğu bildiriyle İsrail bağımsızlığını ilan etti. İsrail’in bağımsızlık ilanı için, özellikle son İngiliz askerinin Filistin’den çekildiği tarih seçilmişti. İsrail, bağımsızlık kararı ilanından sadece on dakika sonra dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman, bir gün sonra da diğer bir süper güç olan SSCB’nin Devlet Başkanı Josef Stalin tarafından resmen tanındı. Karar sonrası bir grup Yahudi’nin teşekkür kabilinden ziyaret ettiği ABD Başkanı Truman, M.Ö. 530’larda Babil İmparatorluğu’nu yıkarak, Yahudilerin yaklaşık 70 yıl süren Babil sürgününe son verip Kudüs’e geri dönmelerine imkân tanıyan dönemin Pers Kralı Büyük Kiros’a (II. Kiros) atfen “Ben sizin Kiros’unuzum” demişti. Art arda söz konusu gelişmeler cereyan ederken, Ortadoğu'da asla bitmeyecek bir zulmün, hoyratlığın ve kural tanımazlığın baş göstereceğini hiç kimsem düşünmemişti.
Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı sonrasında bölgeden çekilmesiyle sömürge yönetimleri marifetiyle bölgeye yerleşen Birleşik Krallık, 2. Dünya Savaşı sonrasında artık bu bölgeyi elinde tutmakta zorlanıyordu. 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un kendi adıyla yayımlanan Balfour Deklarasyonu ile Yahudiler için Filistin’de yeni bir yurt vaadiyle birlikte sürekli artan Yahudi göçü, Filistin halkı tarafından hoş karşılanmıyordu. İngiltere, Filistin Meselesi’ni Birleşmiş Milletler’e (BM) sevk etti. Ama İngiltere’nin bu adımı son olmaktan çok, adaletsizliğin ilk adımı olarak tarihe geçecekti.
Filistin’in, 1945 itibariyle 1 milyon 800 bin civarında olan nüfusunun %60’ı Filistinli, % 31’i Yahudi ve %9’u ise diğer unsurlardan müteşekkildi. 1922 yılında ise Filistin’de Müslümanların oranı yüzde 78, Yahudilerin oranı ise yüzde 11 civarındaydı. BM’nin 1947’de ortaya koyduğu “Filistin’in Paylaşım Planı”, söz konusu nüfus yapısı üzerinden toprakların %43’ünü Arap Devleti’ne, %56’sını Yahudi Devleti’ne bırakıyordu. Bu durumda, Kudüs ayrı bir idare (Corpus Separatum) olarak uluslararası bir yönetime bırakılacaktı. Her iki devletin de topraklarının bir bütünlük arz etmediği bu paylaşım planına göre; ülke yedi parçaya bölünmüş, Arap ve Yahudi Devletlerine üçer parça verilmiş, bir parçası da Kudüs olacak şekilde planlanmıştı. BM üyesi 33 ülke bu paylaşımı kabul ederken, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ve çoğunlukla Müslüman ülkelerin oluşturduğu 13 ülke söz konusu kararı reddetti ve 10 ülke ise çekimser kaldı. Bu paylaşım planı, Yahudiler tarafından kabul edilirken, Filistinliler tarafından güçlü bir şekilde reddedildi.
İsrail, bağımsızlığını BM’nin adaletsizce yaptığı paylaşım planına istinaden ilan etti. İsrail’in bağımsızlığını ilan ettiği tarihinden bir gün sonra Arap devletleri İsrail'e karşı savaş ilan etti. Dünya tarihine “1948 Arap-İsrail Savaşı” adıyla geçen, İsrail’in ise “Bağımsızlık Savaşı” dediği bu savaşta İsrail, beş cephede birleşik Arap ordularını mağlup etti. Savaş sonrası Filistin topraklarındaki İsrail hâkimiyeti yüzde 56’dan yüzde 78’e çıktı. Gazze ile Batı Şeria arasındaki toprak bağı kesilirken Kudüs ise, Doğu Kudüs ve Batı Kudüs olmak üzere ikiye ayrıldı. Batı Kudüs, İsrail’in egemenliği altında kalırken Doğu Kudüs, Ürdün topraklarına katıldı. Esasen bu savaştan sonra ortada Filistin diye bahsedilecek bir yapı yoktu. Zira Filistin’e bırakılması planlanan topraklarda, İsrail’in işgal ettiği alanlar dışında kalan Batı Şeria’yı Ürdün, Gazze’yi ise Mısır kontrolü altına aldı. Savaş sonucunda Filistin’de yaşayan yaklaşık 750.000 Filistinli evlerini terk etmek zorunda bırakıldı ve bu da Türkiye’nin de gündeminde çokça yer alan “mülteci” kavramını yakın tarihte dünyaya takdim eden bir sonuç doğurdu.
1956 yılına gelindiğinde ise Avrupa’nın emperyalist iki gücü İngiltere ve Fransa’nın Süveyş krizi sebebiyle Mısır ile yaşadığı sorunda İsrail yine çıbanbaşı konumunda yer aldı. Dönemin Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır’ın Süveyş Kanalı’nı millîleştirme çalışmalarına engel olmak isteyen İngiltere ve Fransa, İsrail ile birlikte bir kumpas planı hazırladı. İsrail’in Mısır’a saldırması sonucu Batılı güçler bu ikiliyi ayırmak için Mısır’a operasyon başlatma planını devreye soktu. İsrail, Sina Yarımadası’nı işgal etti ve İngiltere ile Fransa, Mısır’a harekât başlattı. Sonrasında ABD ve SSCB’nin Soğuk Savaş sürecinde ender görülecek bir şekilde ortak tutum sergilemesiyle savaş sona erdi.
Savaşlar sonrası oluşan hava, Araplar için hoş bir atmosfer oluşturmamıştı. Her ne kadar Batı’dan güçlü bir destek almış olsa da, yeni kurulan ve o günlerde çok da güçlü sayılmayacak bir devlet olan İsrail, tek başına bütün Arap ülkelerini mağlup etmişti. Bu ortamda yükselen milliyetçilikle birlikte savaş çanları yeniden çalmaya başladı. İsrail’den 5 Haziran 1967 sabahı kalkan savaş uçakları, Mısır ordusuna ait uçaklarını havalimanında havalanmadan imha etti. İsrail’in bu eylemiyle başlayan ve tarihe “6 Gün Savaşı” diye geçen Arap-İsrail Savaşı, Orta Doğu için bir dönüm noktası ve Araplar için tam bir yıkım oldu. Mısır, Suriye ve Ürdün’e ait ordular neredeyse tüm Arap ülkelerinin kuvvetleri tarafından destekleniyordu. Fakat İsrail altı gün içinde; Mısır’da 1956’da işgal ettiği ve sonrasında çekildiği Sina Yarımadası ve Gazze’yi, Suriye’de su kaynakları bakımından bir vaha görünümünde olan Golan Tepelerini ve Ürdün’de ise Doğu Kudüs’ü de içinde barındıran Batı Şeria bölgesini işgal etti. İsrail, böylelikle savaş sonunda topraklarını iki buçuk kat genişletmiş oldu.
Bugün Filistin'e ait meselelerin büyük çoğunluğu, bu savaşın sonuçlarından kaynaklanmaktadır. Uluslararası kamuoyu, hiçbir zaman bu savaşın sonuçlarını resmen tanımadı. 1979’da Mısır ile imzalanan barış anlaşması uyarınca 1982’de Sina Yarımadası’ndan tamamen çekilen İsrail, 2005 yılında ise Gazze’den çekildi. Fakat 1980 yılında geri kalan toprakları ilhak ettiğini açıkladı. Bu topraklar içerisinde Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu Doğu Kudüs de yer alıyor. Yine 1980’de İsrail Parlamentosu’ndan (Knesset) geçen Kudüs Yasası’nda, “Kudüs, bütün ve birleşik olarak İsrail’in başkentidir.” ifadesine yer verildi. İsrail’in bu kararının hemen ardından BM Güvenlik Konseyi'nde 14 üyenin kabulüyle alınan 478 sayılı kararda, bu yasayla ilgili "geçersizdir, kanuni bağlayıcılığı yoktur ve vakit kaybetmeden iptal edilmesi gerekmektedir." ibaresi yer aldı. ABD'nin ender görülecek şekilde İsrail hakkında çıkacak olan olumsuz bir kararı veto etmeyerek çekimser kaldığı bu karar da tıpkı diğer birçok BM kararı gibi “İsrail’in umursamadığı BM kararlarından biri” olarak tarihe geçti.
Kuruluşu bir BM kararıyla olan İsrail, kurulduğu ilk günden bu yana BM kararlarını daima yok saydı. Zaten BM'de görüşülen İsrail ile ilgili kararların 72’si ABD tarafından veto edilmişti. İsrail, BM üyeliğine alınmasının ardından bile örgütün kararlarını tanımayan bir ülke oldu. BM'nin Filistin’de paylaşımı öngören 1947 tarihli 181 nolu kararı ve 1948 Arap-İsrail Savaşı sonrasında topraklarından ayrılmak zorunda kalan Filistinliler için “topraklarına geri dönüşün sağlanması, geri dönemeyenlere ise tazminat ödenmesini” öngören 1948 tarihli 194 nolu Genel Kurul Kararı, İsrail’in önüne getirildi. İsrail, bu iki kararda yer alan yükümlülükleri karşılayacağına dair verdiği teminatla BM’ye üye oldu; ancak İsrail verdiği teminatları yerine getirmedi. Öte yandan İsrail, 1967’deki Altı Gün Savaşı ve daha sonrasında gelişen sayısız hadiselerle ilgili BM'nin aldığı neredeyse hiçbir karara uymadı. Bunun yanı sıra, uluslararası güçler İsrail’e, bu kararları neden uymadığı sorusunu da hiçbir zaman yöneltmedi.
İsrail’in bu kural tanımaz ve hoyrat tutumu tabii ki sadece Filistinlilere yönelik değildi. Tel Aviv-Paris seferini yapan bir uçak, Filistinliler tarafından Uganda’nın Entebbe Havalimanına kaçırıldı. İsrail, yaptığı operasyonla Uganda Hava Kuvvetlerine ait 11 uçağı havalimanında imha ederek, 48 Ugandalı askeri ve uçağı kaçıranları kişileri öldürdü. 102 Yahudi’yi kurtardı. Olay, dönemin BM Genel Sekreteri Avusturyalı Waldheim tarafından "Birleşmiş Milletler üyesi bir devletin (Uganda) millî egemenliğine yapılmış ciddi bir saldırı" olarak yorumlandı. Daha sonra İngiliz arşivlerinde çıkan belgeler, İsrail’in uçağın kaçırılacağını bildiğini ve Filistinlileri dünya kamuoyunun önünde kötü göstermek amacıyla bu olaya göz yumduğunu belirtiyordu.
Irak, 1970'lerde Fransa ile yürüttüğü iyi ilişkileri enerji ve askerî alana taşımıştı. Bu bağlamda Irak, 1979’da Fransa'dan Osiris sınıfı nükleer reaktör satın aldı. İsrail Askerî İstihbarat Servisi, Irak’ın nükleer reaktör satın almasını, bu ülkenin gelecekte nükleer silah üretimine yönelik plütonyum imalini amaçlayan bir hareket olarak algıladı ve 1981 yazında, reaktöre nükleer yakıt konulmadan önce imha edilmesini kararlaştırdı. Opera Operasyonu ile sekiz F-16 uçağının aktif rol aldığı saldırıda, Irak’ın iç bölgelerinde bulunan reaktör imha edildi. Saldırıda, 10 Iraklı ve 1 Fransız askeri öldü.
İsrail’in başrolünü oynadığı diğer çarpıcı hadiselerden biri de İsrail’in Falaşa ya da Beta Israel adıyla bilinen Etiyopya Yahudilerine yönelik yaptığı operasyonlardır. 1975’de kayıp on kabileden biri olduğu resmen kabul edilen Falaşalar, çok uzun yıllardan bu yana Etiyopya’da yaşıyordu. Ülkedeki iç meseleler ve istikrarsız ortam nedeniyle İsrail, 1984’deki Musa Operasyonu ile 8.000, 1985’deki Yeşu Operasyonu ile 800 ve 1991’deki Süleyman Operasyonu ile 34 uçağın aralıksız 36 saat uçmasıyla 14.500 Falaşa’yı İsrail’e taşıdı.
Ortadoğu'nun son yüzyıllık tarihi, yukarıda bahsedilen olaylar ve İsrail'in başlattığı birçok savaş, katliam, tanımadığı ve uymadığı uluslararası kararlarla doludur. 1970 sonrası diğer Arap ülkelerinin İsrail ile mücadelede geri plana çekilmesi sonucu Filistinliler, Filistin Kurtuluş Örgütü önderliğinde ön plana çıkmaya başlamıştı. Fakat Filistin halkına kendi topraklarında rahat yüzü vermeyen İsrail, komşu ülkelerde yaşayan Filistinlileri de asla rahat bırakmadı. 1982'deki Lübnan İç Savaşı da Filistin dışında yaşayan Filistinlilere yapılan zulmün bir göstergesidir.
1990'larda başlayan Filistin – İsrail Barış Süreci’nde de "barış" ne yazık ki sadece sözlerde kaldı. Oslo Antlaşması’yla kısmi ilerleme sağlandıysa da İsrail verdiği taahhütlerin hemen hiçbirini yerine getirmedi. İsrail, 2005’de Gazze’den çekilse de defalarca Gazze halkının üzerine bomba yağdırmaya devam etti. Batı Şeria’da da her gün öldürülen, kaçırılan, evleri yıkılan Filistinliler, yapılan yeni Yahudi yerleşim birimleri için de dünya kamuoyu çoğunlukla sadece kınayarak mesele hakkında düşüncesini ifade ediyor.
İHH İnsani Yardım Vakfı ve Özgür Gazze Hareketi’nin, aralarında “Mavi Marmara” adlı geminin de bulunduğu Gazze'ye insani yardım taşıyan 6 gemiye, 31 Mayıs 2010 günü sabah saat 4 sularında İsrail'den 70-80 mil (130-150 kilometre) açıktaki uluslararası sularda silahsız, sadece yardım taşıyan sivil insanlara yaptığı müdahale sonucunda 10 kişi şehit olmuştu.
İsrail, bu yıl 70. kuruluş yıldönümünü kutluyor. Dünya, uluslararası ilişkiler tarihi tek bir kitap halinde toplansaydı muhtemelen en çok yer alacak bölüm, Filistin ve Kudüs olurdu. Bu mühim mesele, sürekli gündemimizde ve öyle de olmaya devam edecek. Osmanlı hâkimiyeti altında bulunduğu dönem hariç rahat yüzü görmeyen bu topraklar, 2017 Aralık ayında ABD Devlet Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması kararının ardından yine büyük gerginliklere sahne oldu.
Trump’ın açıkladığı karara göre, ABD Kudüs’ü İsrail’in de ilan ettiği gibi, “Doğu ve Batı ayrımı olmaksızın ülkenin başkenti” olarak ilan ediyor. Esasında Trump’ın aldığı bu karar yeni bir gündem teşkil etmiyor. Zira; 1995 yılında alınan bu karar, her altı ayda bir ABD başkanları tarafından tehir ediliyordu. ABD’nin yeni Başkanı Trump, bu kez kararı ertelemeyerek, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etti. Birçok ülke tarafından tepkiyle karşılanan ABD’nin bu kararı, BM’ye taşındı. ABD, BM Güvenlik Konseyi’nde bu durumu kınayan kararı veto etti. Sonrasında BM Genel Kurulu’nda Türkiye’nin de öncülüğünü yaptığı bir karar alındı. Kararda, “Kudüs'ün statüsünü, karakterini veya demografik yapısını değiştirme niyetindeki alınan kararların yasal bir etkisi olmadığı” belirtildi ve “Kudüs’ün nihai statüsüne BM kararları çerçevesinde yürütülecek müzakereler sonucunda karar verilmesi gerektiği” vurgulandı. Ayrıca, BM'ye üye tüm devletlere "Kudüs'te diplomatik misyon kurmaktan kaçınma" çağrısı yapıldı. Ama bu, ne ABD ne de İsrail tarafından uygulanmaya değer bulunmadı.
ABD Başkanları arasında hâlihazırda görevde bulunduğu dönemde Ağlama Duvarı'na giden ilk başkan olan Trump, 5 Mart 2018 günü İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile yaptığı görüşmenin ardından Oval Ofis'te düzenlediği ortak basın toplantısında, 14 Mayıs’ta açılması planlanan ABD’nin Kudüs Büyükelçiliği hakkında, "Eğer yapabilirsem, törene katılacağım, katılabilirim. İsrail benim için çok özel, özel bir ülke, özel insanlar." ifadelerini kullanmıştı. Fakat kendi gidemese de kızı ve danışmanı Ivanka Trump’ın katılımıyla İsrail’in kuruluş yıldönümünde ABD’nin Tel Aviv’de bulunan büyükelçiliği törenle Kudüs’e taşındı. Dünya dün bir kez daha hoyratlık ve zulmü canlı yayında setretti ve her zaman olduğu gibi sadece kınadı.
Dünya İsrail sorununda 70. yılına girerken, İsrail’in 1948’den 2017’ye kadar toplamda 188 defa BM Güvenlik Konseyi’nde görüşülmesine rağmen elle tutulur hiçbir müeyyidenin olmadığı zulmünü, adaletsizliğini ve hoyratlığını durdurarak, zulüm ile payidar olunmayacağını göstermek tüm insanlığın ortak görevidir.
Dün Gazze’de şehit olan 60 kardeşimize rahmet diliyorum.
Abdülkadir SARIBAY
Araştırmacı – Danışman
@ASaribay