Bir önceki yazımızda Mücadele Suresinin 22. ayet-i kerimesinden mülhem olarak “kalbine iman yazılanlar”dan bahsetmiş; yine aynı ayet bağlamında bu kâmil müminlerin hak - batıl mücadelesindeki kararlı ve tavizsiz duruşlarına dikkat çekmiştik. 

Allah’ın bu has kullarının öne çıkan diğer önemli sıfatlarını anlatmaya ilerleyen yazılarımızda devam edeceğiz. Konu bütünlüğü sebebiyle, öncelikle ümmet-i Muhammed’in ana hususiyetlerine yer vermemiz gerekiyor.

Ümmet-i Muhammed’in ana hususiyetleriyle, kâmil iman sahiplerinin öne çıkan sıfatları arasındaki anlam bütünlüğü tespit edildiğinde, Ayasofya’da yaşanan açık akaid ihlali karşısındaki sessizlik ve umursamazlığın nasıl bir vehamet teşkil ettiği daha iyi anlaşılacaktır.

Bu vehamet, beraberindeki bu sessizlik ve umursamazlık; 1400 yıllık İslam tarihinin en az 1200 yılında İslam’ın bayraktarlığını yapan, bu uğurda milyonlarca şehit veren bu millete hiç yakışmıyor. Doğrusu bu halin, Müslüman Türk milletinin manen çöküşe gitmesinde bir kırılma noktası teşkil edeceğinden büyük endişe duymaktayız.

İster istemez “İkinci bir Endülüs faciasına doğru mu gidiyoruz?” sorusu zihinlerimizi meşgul ediyor.

Evet, Müslüman bir milletin çöküşe gitmesinin en belirgin alameti, açık bir itikâdî ihlalle tevhidden sapması ve hakla batılın birbirine karışmasına göz yummasıdır.

Müslüman Türk milletinin ümmet-i Muhammed içinde tarihî bir misyon üstlendiği, baş çektiği, bugün bile İslam coğrafyasının büyük kesiminde hala böyle kabul edildiği bilinmektedir.

Şimdi bize ne oluyor ki bindiğimiz dalı kesiyoruz?

Bu girişten sonra, konumuz olan ümmet-i Muhammed’in ana hususiyetlerini izaha çalışalım.

ÜMMET-İ MUHAMMED’İN ANA HUSUSİYETLERİ

Bu ümmet, beşeriyet tarihi boyunca ortaya çıkmış en hayırlı, en seçkin, kemiyet ve keyfiyet olarak en önde gelen ümmettir.

Kuran-ı Kerim’de ümmet-i Muhammed’in bu hususiyetlerine dikkat çeken birçok ayet vardır. Bazı örnekler verelim:

1- En Hayırlı Ümmet

(Âl-i İmran 110.)

Ümmet-i Muhammed’in en hayırlı ümmet olduğu, Âl-i İmran: 110’da haber verilmiştir. Ayet-i kerimenin meali şöyledir:

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fâsık kimselerdir.”

Ali Sâbûnî Tefsirinden bu ayetin izahı sadedinde bir kesit aktaralım:

“Ey Muhammed ümmeti! Siz milletlerin en hayırlısısınız. Çünkü insanlara en faydalı olan sizsiniz. Bundan dolayı yüce Allah, ‘insanlar’ yani ‘onların menfaati için’ çıkarıldınız buyurdu. Buhârî, Ebû Hureyre’den (ayetin tefsiri olarak) şöyle rivayet eder:

‘Siz insanların hayırlısısınız. Onları sevk ve teşvik edersiniz de, onlar İslam’a girerler.’ (Buhârî, Tefsir-i Sure, 3, 7)

(Ayet, devamında) Müslümanların niçin hayırlı olduğunu açıklar. Sanki şöyle denilmiştir: Sizin hayırlı ümmet olmanızın sebebi, şu güzel hasletleri taşımanız, yani iyiliği emretmeniz, kötülükten men etmeniz ve Allah’a iman etmiş olmanızdır.

Hz. Ömer’in (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir:

‘Kim bu ümmetten olmayı isterse, bu hususta Allah’ın koştuğu şartı yerine getirsin.’ (Muhtasaru’l İbn Kesir, I, 311.)

Ehl-i kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) Muhammed’e indirilen Kuran’a inansa ve onu tasdik etse idi, dünyada da ahirette de kendileri için daha hayırlı olurdu…”[1]

Anlaşılacağı üzere ayette ümmet-i Muhammed’in üç bariz özelliği zikredilmektedir:

İyiliği emretmek, kötülükten men etmek, Allah’a iman etmiş olmak.

İyiliği emredip kötülüğü men etmenin hayati önemi ortadadır ve bir sonraki ayette tekrar gündem olacaktır.

“Allah’a iman” ifadesi ise, imanın diğer bütün esaslarını da temsil etmektedir.

Nitekim Ruhu’l Beyan Tefsirinde bu husus “Allah’a, O’nun peygamberine, kitaba, hesaba ve cezaya inanırsınız” şeklinde izah edilmiştir. (c. 2, s.59.)

Ayette belirtilen bu üç özellik, tarihte “Âsâkirullah / Allah’ın askerleri” unvanını kazanmış Müslüman Türk milletinin tabii vasfı olarak tezahür etmiştir.

Kuşandığı bu “Allah’ın askerleri” olma şerefiyle, Allah’ın dininin hudutlarını en hassas şekilde koruyarak bugünlere gelen bu milletin, bugün Ayasofya’da olduğu gibi tevhidle teslisin birbirine karıştırılıp hakla batıl arasındaki çizginin buharlaştırılmasına sessiz kalması, son derece esef vericidir.

Ayetin sonunda ehl-i kitabın, ümmet-i Muhammed’in taşıdığı vasıflara sahip olarak inanmasının kendileri için hayırlı olacağına vurgu yapılması, onların şirk ve küfür içinde olduklarını göstermektedir.

Durum bu iken, “semavi dinler” nitelemesiyle Yahudilik ve Hıristiyanlığın da İslam’la eşitlenmeye, yani meşrulaştırılmaya çalışılması, Kuran’ın tahrif edilmesine ve İslam’ın saptırılmasına zemin hazırlamaktadır.

2- Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker Organizasyonları Oluşturan Ümmet

(Âl-i İmran: 104)

Bir önceki ayette ümmet-i Muhammed’in en temel vasfı olarak iyiliği emredip kötülüğü yasaklamaları zikredilmişti. Peki, bu nasıl yapılacaktır?

          Âl-i İmran 104. Ayette bunun bir organizasyon eşliğinde yapılması emredilmektedir. Ayetin meali şöyledir:

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

Ayetin Ruhu’l Beyan Tefsirdeki izahı şöyledir:

“Burada istenen şey, hayra çağıran bir toplumun bulunmasıdır. Yapılan çağrı her ne kadar insanlardan (Müslümanlardan) bazılarına ise de, hitap bütün insanlara (Müslümanlara)dır. Bunun farz-ı kifaye olduğu anlaşılıyor. Bu görev bütün insanlarındır. Fakat bazılarının yapmasıyla diğerlerinin sorumluluğu düşer. Şayet bu görevi bütün insanlar terk ederse, hepsi birden günah işlemiş olurlar.

Bu görev, işlerin en yücesi ve en üstünü olduğu için, bunu ancak ilim adamları yapabilirler. Cahil bu işi yerine getiremez. Çünkü o ne yapacağını bilemez. Belki de hayrı engeller, yasağı emreder…

Hz. Peygamber minberde iken “İnsanların en hayırlısı kimdir?” diye sordular. O da “İyiliği emreden, kötülüğü engelleyen, Allah’tan en çok korkan ve sıla-i rahimi en çok yapan kimsedir” buyurdu.” [2]

Ümmet-i Muhammed’in en önemli vasıflarından olarak zikredilen iyiliği emredip kötülüğü yasaklamanın zaruretine dair, ayet ve hadislerde çok mühim ihtarlar vardır. Yeri gelmişken birkaç misal daha verelim:

“İsrailoğullarından inkâr edenlere, Dâvud ve Meryem oğlu İsâ diliyle lânet edilmiştir. Bu, baş kaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mâni olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi.” (Mâide: 78-79)

Huzeyfe’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Nebî (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz ama duanız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten 9)

Ebû Saîd el-Hudrî ( r.a.), Rasûlullah’ı (s.a.v.) şöyle buyururken işittim dedi:

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.” [3]

Bu ümmet için emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker vazifesi bu kadar değerliyken (ki bu konuda daha pek çok delil mevcuttur) acaba bizler, hak ve batılın birbirine karıştığı, akaid ihlali yapılarak insanların imanının ciddi anlamda tehlikeye düşürüldüğü bir ortamda bu vazifeyi neden ihmal ediyoruz? Bu sorunun üzerinde ciddiyetle düşünmek gerekir.

Yukarıda tefsirde beyan edildiği üzere, bu iş öncelikle âlimlerin uhdesindedir. Ama milletin içinde bunca hoca, âlim, İslam araştırmacısı varken, kamuoyunda hala derin bir sessizliğin hüküm sürüyor olması son derece üzücüdür.

3- Vasat (İfrat ve Tefritten Korunmuş) Ümmet

(Bakara: 143.)

“Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye, sizi orta bir ümmet yaptık…”

Ruhu’l Beyan Tefsirinde bu ayetin izahında şöyle denmektedir:

“…‘Böylece biz’ kıyamet gününde Peygamberlerin kendilerine tebliğ görevini yaptıklarına ilişkin ‘sizin insanlara karşı şahitler olmanız; peygamberlerin’ yani Hz. Muhammed’in ‘de size karşı şahit olması için, sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık.’ Yani sizi doğru yola ilettiğimiz gibi orta yolu tutan hayırlı bir ümmet kıldık. Çünkü her zaman için her şeyin orta kısmı koruma altında olur. Gelen tehlikeler kenarlara bulaşır…” [4]

Ayette geçen “vasat ümmet” tabiri, ümmet-i Muhammed’in ifrat ve tefritten uzak, ölçülü, dengeli, adil bir ümmet olduğunu gösterir. Gerek sosyal, gerekse psikolojik planda ifrat ve tefrit her zaman zararlı, mutedil yol ise faydalıdır. İlmî düşüncenin esası da budur.

Ayetten öğrendiğimize göre, ümmet-i Muhammed, eski ümmetlere de uyarıcı, korkutucu ve müjdeci olarak peygamberler geldiğine dair şahitlik yapacaktır. Ruhu’l Beyan’da, yukarıya aldığımız satırların devamında, eski ümmetlerin, ümmet-i Muhammed’in şahitliğine itiraz edecekleri, bunun üzerine Peygamber Efendimizin (s.a.v.) huzura getirileceği ve ümmet-i Muhammed’in şehadetini doğrulayacağı anlatılmaktadır. Bu da ümmet-i Muhammed için ayrı bir şereftir.

Şimdi düşünmek gerekmez mi?

Bu kadar mümtaz hususiyetlere sahip bir ümmet, bugün neden bu kadar etkisiz ve perişan bir duruma sürüklenmiştir?

O ümmetin önemli bir bölümünü teşkil ederek, asırlarca İslam’a hizmet eden Müslüman Türk milleti, neden ölçülü ve dengeli olma, akaid ölçülerini doğru kullanma, hakla batılı birbirinden ayırma konusunda bu kadar zafiyet göstermekte ve dininin tahrif edilmesi karşısında bu kadar sessiz kalmaktadır?

Bu sorulara mutlaka cevap aranmalıdır.

4- Kitaba / Kuran’a Vâris Ümmet

(Fâtır: 32.)

Kuran’da ümmet-i Muhammed’in özelliklerini açıklayan ayetlerden biri de Fâtır: 32 olup mealen şöyledir:

“Sonra Biz, o Kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere (Muhammed’in ümmetine) miras olarak verdik. Onlardan (o Kitaba uymayıp) kendine zulmedenler vardır. Onlardan orta bir yol izleyenler vardır. Yine onlardan Allah’ın izniyle hayırlı işlerde (Allah’a kullukta ve kullarına hizmette) öne geçenler vardır. İşte bu, Allah’ın kullarına büyük lütfu ve ihsanıdır.”

Mealden anlaşılacağı üzere ümmet-i Muhammed, bütünüyle Kuran’a vâristir. Bu bizim için ne büyük şereftir! Kuran’a vâris olmaktan daha büyük bir şeref olamaz.

Ama ayetin bundan sonraki kısmı bizler için çok daha büyük bir şükür vesilesidir. Zira bu kısımda ümmet-i Muhammed üç gruba ayrılmakta ve ilk grup olarak da nefsine zulmedenler, yani günahkârlar sayılmaktadır. Yani onlar bile Kitaba vâristir! Bu, insanı son derece duygulandıran Allah’ın çok büyük bir lütfudur.

Ruhu’l Beyan’da bu ayetin tefsirinde şu cümleler yer alır:

“Allahü Teâlâ, bu seçkin kullarını diğer ümmetlere tercih etmiştir. Nitekim O, bu ümmetin peygamberini diğer peygamberlere tercih ettiği gibi, kitapları Kuran’ı da diğer kitaplara tercih etmiştir. Söz konusu zümreye bırakılan bu miras, sadece Kuran’ı bütünüyle ezberleyenleri kapsamaz; aksine ondan bir bölüm ezberleyeni de içine alır.

Allahü Teâlâ’nın buyurmuş olduğu gibi, burada vârisler üç sınıftır:

Onlardan kimi Kitab’a göre amel etmede kendine zulmeder ki, onun bu durumu Allah’a kalmıştır. Allah ona ya azap eder ya da tevbesini kabul eder. Nitekim Kuran’a gerektiği gibi özen göstermek, ona vâris olmanın bir zarureti değildir. (…)

Ebu’l Leys şu hususu dile getirmiştir:

‘Ayette zalimin öne alınması ve hayır için yarışanın sonraya bırakılmasının sebebi, yarışan kendini beğenmesin, zalim de Allah’ın rahmetinden ümidini kesmesin diyedir.’

Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (r.a.) minberde, Allah Rasûlü’nden (s.a.v.) şunu duyduğunu söylemiştir:

‘Öne geçmek için yarışanınız öndedir. Orta yolu izleyeniniz kurtulmuştur. Ve zaliminiz de bağışlanmıştır.’…” [5]

Ayetteki üçüncü grup olan “hayırda öne geçenler” bu yazıda parmak basmaya çalıştığımız yaramız açısından ayrıca önemlidir. Zira Müslüman Türk milleti, Müslüman olduğu andan itibaren, tebliğ ve irşad faaliyetleriyle, cihad ve i’la-yı kelimetullaha olan düşkünlüğüyle bu grup içinde şerefli bir topluluk hep bulunduragelmiştir. 

Ecdadımızın İslam’a hizmet için, en değerli varlıkları olan canlarını nasıl ortaya koyduklarına tarih şahittir.

Hak ve hakikati insanlara duyurmada; hakkı yüce tutup batılın karşısına dikilmede hep en ön safta yer alan bu millet; bugün ne acıdır ki emr-i bi’l- maruf, nehy-i ani’l- münker noktasında çok büyük zafiyete düşmüş, hakla batılın karıştığı bir ortamda hak bir sözü söyleyemez hale gelmiştir.

Açık söyleyelim:

Dinlerarası diyalogun gereği olarak, (haşa!) “Müslümanlarla Hıristiyanların ortak mabedi” gibi kullanılmak istenen ve hatta buna başlanan Ayasofya ile imtihan olunuyoruz.

Allah, ayıkarak kendine gelmeyi, vaziyet neyi gerektiriyorsa onu yapmayı bu Müslüman milletin her bir ferdine nasip eylesin.

Bununla birlikte bu meselede asıl sorumluluk, İslami ilimlerden belli ölçüde nasibini almış âlimler, hocalar ve araştırmacılar zümresindedir. Ümmet-i Muhammed’in “hayırda yarışanlar” kısmını oluşturması gereken bu zümrenin behemehâl bu aslî görevini hatırlamasını bekliyor; önce onları, sonra da milletimizin ben Müslümanım diyen bütün fertlerini bu hususta ciddi bir nefis muhasebesi yapmaya davet ediyoruz.  

Konuya devam edeceğiz.


[1] Ali Sâbûnî Tefsiri (Safvetü’t- Tefâsîr), Ensar Yayınları, c. 1, s. 412.

[2] Ruhu’l Beyan Tefsiri, Damla Yayınları, 3. Baskı, c.2, s. 53.

[3] Müslim, Îmân 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17.

[4] Ruhu’l Beyan, c.1, s. 262.

[5] Ruhu’l Beyan, c. 7, s. 17-18.